GİRİŞ
Basın son yüzyılda demokrasilerin vazgeçilmezi olarak ortaya
çıkmıştır. AİHM başta olmak üzere çok sayıda ulusal ve uluslar arası yüksek
mahkeme kararlarında da açıkça ifadesini bulduğu gibi basın demokrasilerde, “demokrasinin
bekçi köpeği (watchdog)” rolünü üstlenmekte ve basının toplumu, bilgilendirerek uyarıcı ve
koruyucu etkisine vurgu yapılmaktadır. Özgür bir basın, sadık bir nöbetçi gibi
sürprizlere engel olur ve yaklaşan tehlikeler konusunda, zamanında uyarıda
bulunur.2 Basının bu önemli rolü ve diğer kuvvetler (yasama-yürütme-yargı)
üzerinde gösterdiği
muazzam etki nedeniyle, onu “dördüncü kuvvet” olarak da tanımlayanlar vardır. Basının dördüncü
kuvvet olarak ortaya çıkması özellikle iktidarın yegane sahibi olan hükümeti,
yasama ve yargı organları yanında kamuoyunun tartışılmaz gücünü arkasına alarak
diğerlerinden daha da etkili olarak denetlemesi açısından çok önemlidir.
Basın özgürlüğünün, bir temel hak ve özgürlük olarak yerini alması
ise ilk olarak 1787 tarihli ABD Federal Anayasasına 1791 tarihinde eklenen 1.
ek maddeyle olmuştur. Bu hükümle, Kongrenin basın özgürlüğü sınırlayan kanun
yapamayacağı açıkça düzenlenmiştir. Bunun ardından ise birçok devlet
anayasalarında basın özgürlüğüne ilişkin düzenlemelere yer vermişler ve
günümüzde de birçok anayasada basın özgürlüğü yasa koyucuya karşı açıkça
korunmuştur. Anayasa’mızın 148.
maddesinde 2010 yılında 5982 sayılı Kanun’la yapılan değişiklikle birlikte,
Anayasa’mızda ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde ortak olarak yer alan
temel hak ve özgürlükler ile ilgili Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolu
açılmıştır.
Bu anlamda Anayasa’mızdaki temel hak ve özgürlüklere ilişkin
hükümler, AİHS hükümleri, AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararları bir kat daha önem
kazanmıştır. Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruya konu olabilecek önemli bir
temel hak ve özgürlük de “Basın Özgürlüğü”dür. 1876’dan bugüne anayasalarımıza baktığımızda,
toplumsal ve siyasi hayatımızın dönüm noktalarında ortaya çıkan metinler
olduğunu söyleyebiliriz. Ülkedeki ve dünyadaki gelgitlerin bu metinlerde olumlu
ve olumsuz bazı yansımalar bulduğu açıktır. Konumuzu oluşturan basın özgürlüğü
de, 1921 Anayasası dışında bütün anayasalarımızda düzenleme alanı bulmuştur. Bu
itibarla konumuzu incelerken, ülkemiz tarihi açısından dönüm noktalarımız olan anayasalarımızı
temel alacağız. Zira ülkemiz çoğu konuda olduğu gibi basın özgürlüğü açısından
da, anayasal gelişmeler temel olmak üzere gelgitler yaşamıştır. Bazen özgürlük
rüzgârları esmiş, çoğu zaman ise sınırlamalar başrol oynamıştır. Ziya Gökalp’in
başından geçen bir olay bunu çok iyi anlatmaktadır. “Abdülhamid
döneminde muzır faaliyetlerinden dolayı tutukluyken uzun zamandır hapiste
bulunan yaşlı bir Jöntürk’le tanışmıştır. Yaşlı adam ona şu vasiyette bulunur:
‘Ben
göremem ama sen gençsin, ülkemizin özgürlüklere kavuşacağı günleri göreceksin.
O zaman hiç durmayın, kafanızda olan ve her gün konuştuğunuz bütün konuları
yazın ve yayınlayın. O özgürlük günleri de fazla uzun sürmeyebilir. Ama
fikirler bir kere yazıya dökülürse bir daha kaybolmaz.”3 Gerçekten de ülkemiz basın özgürlüğü
tarihçesine baktığımızda, bazı dönemlerin çok geniş bir özgürlükler ortamında geçtiğini;
hemen bu özgürlük dönemlerinin ardından ise, basın özgürlüğünden rahatsız olan
kesimlerin sınırlamaları ön planda olmuştur.
Bir anlamda özgürlük dönemlerinde söylenenler, söyleyen basın
mensuplarının ve tarihimizin yanına kar olarak kalmaktadır. Biz bu çalışmamızda
öncelikle anayasalarımızdaki basın özgürlüğüne ilişkin düzenlemelere değinmeye
çalışacağız. Ayrıca her bir başlık altında dönemin önemli yasal düzenlemelerine
ve olaylarına kısaca değinmeye çalışacağız ki; bu ardından gelen Anayasal
düzenlemelerin hangi toplumsal veya siyasal etkiden kaynaklandığını anlayabilmek
açısından önemlidir. Sonuç olarak, bu çalışmanın amacının, anayasal
düzenlemelerimiz esas alınarak, “Türk anayasal tarihi” anlamında basın özgürlüğüne kısaca bir göz
atmak suretiyle, ülkemizde basının bağımsız olup olmadığı, başta anayasa hükümleri
olmak üzere getirilen hukuk kurallarının basının bağımsızlığına hizmet edip
etmediği sorularına cevap bulmak olduğunu söyleyebiliriz.
1.1876
ANAYASASI’NDA BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ
1.1.
1876 Anayasası Öncesinde Basın Özgürlüğü
Osmanlı Devleti’nde, 20 Kasım 1828’de Kahire’de, yarısı Türkçe, yarısı
Arapça ilk yerli gazete, Vekayi-i Mısriye adıyla yayına başladı. 4 Bundan 3 yıl
sonra, 1831’de de II. Mahmud İstanbul’da kendi resmi gazetesi Takvim-i
Vekayi’yi yayınlattı.5 Tüm bu gelişmelere rağmen 1839 tarihli temel haklar
bakımından önemli bir anayasal belge6 olan Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nda basına
ilişkin bir düzenleme yer almadı. 1858 tarihinde Fransa’dan iktibas edilen Ceza
Kanunu’nda7 basına yönelik cezai hükümler ilk kez öngörüldü.
Bu Kanun’a göre, devletin emri ve ruhsatı ile açılmış matbaalarda,
devlet, tebaası ve hükümet erbabı aleyhinde gazete, kitap ve zararlı evrak
alınacak; suçun derecesine göre, matbaası geçici olarak veya tamamen eleştiri
içeren yazıları ve edepsiz resimleri basan, bastıran ve yayımlayanlar da para
ve hapis cezasına çarptırılacaktı.8 Bu düzenleme sonrasında ilk gazete kapatma
eylemine 1860 tarihinde çıkarılmaya başlanan Tercüman-ı Ahval maruz kalmıştır. Osmanlı
Devletinin basınla ilgili gerçek anlamda ilk hukuki düzenlemesi ise 1864
tarihli Matbuat Nizamnamesi ile olmuştur. 1852 tarihli Fransız Ceza Kanunu’ndan
esinlenerek hazırlanan söz konusu nizamname 1909 yılına kadar yürürlükte kalmış
ve basını sıkı bir idari ve cezai rejime tabi tutmuştur.9 Bu nizamname ile
siyasi nitelikli yayınlar açısından gazete ve dergi çıkarmak, ruhsat alma
koşuluna bağlandı ve başlıca devletin iç güvenliğini asayişini bozan bir suçun
işlenmesini kışkırtan gazetelerin geçici ya da kesin; padişah ve hanedanı
hakkında uygunsuz sözler kullanan; vekiller, dost ve müttefik devletlerin
hükümdarları, yabancı devletlerin temsilcileri aleyhinde yazılar yazan
gazetelerin bir ay süreyle kapatılacağı belirtildi.
1.2.
1876 Anayasası’nda Basın Özgürlüğü
1.2.1.
1876 Anayasası’nın İlk Halinde Basın Özgürlüğü (1876-1908)
Her ne kadar basınla ilgili ilk yasal düzenleme 1864 tarihli
Matbuat Nizamnamesi olmuşsa da, basın özgürlüğüne ilişkin ilk Anayasal düzenleme
1876 Anayasasında yer bulmuştur. 1876 Anayasası’nın 12. maddesine göre; “Matbuat
kanun dairesinde serbesttir.”11 Basın özgürlüğü, Anayasa’da düzenlenmesine rağmen, 1876
Anayasası’nda düzenlenen diğer hak ve özgürlükler gibi teminatsız ve
yaptırımsız olarak kalmaya mahkum olmuş, nihayet 2 yıl kadar sonra, Mebusan Meclisi
30 yıllık bir tatil sürecine sokulmuş ve 1876 Anayasası uygulamadan
kaldırılmıştır. Her ne kadar ciddi bir uygulama alanı bulamasa da 1876
Anayasası’nın 12. maddesi, basın özgürlüğüne ilişkin ilk anayasal güvence
niteliğini taşımaktadır. Bu hükümle birlikte, yaptırımının ne olacağı belli
olmasa da, idari kararlarla basın özgürlüğünü engelleyici düzenlemeler
getirilmesinin önü kapatılmıştır. Ancak 1878 yılında Anayasa’nın uygulamadan
kaldırılmasıyla birlikte, basın tamamen yürütmenin güdümüne sokulmuştur. 1878
yılında, gazete ve dergileri denetlemek ve sansürden geçirmek üzere Dahiliye
Nezareti’ne bağlı Matbuat-ı Dahiliye Müdürlüğü içinde bir kurul oluşturuldu. Bu
kurulun neyi denetleyeceği ise gizli bir yönetmelikle belirlendi. Bu
yönetmelikte gazetelerde ne yazılması ve ne yazılmaması gerektiği emredilmek
suretiyle de, devlet güdümü altında bir basın istemi açıkça ifade edildi.12 Bu
dönemde olumlu ve fakat sonuçsuz bir girişim olan ilk Basın Kanunu tasarısı Meclise
sunulmasını örnek olarak verebiliriz. Mecliste uzun süre tartışmalara neden
olan tasarı Mebusan Meclisi tarafından 2 Mayıs 1877 tarihinde kabul edildi
ancak Abdülhamit tasarıyı onaylamadı.
1.2.2.
1908 Anayasa Değişiklikleri Sonucunda Basın Özgürlüğü (1908-1921)
1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte 1876 Anayasası
tekrar uygulamaya konulmuş ve 1909 yılında Anayasa’da ciddi ve olumlu değişiklikler
yapılmıştır. Bu değişikliklerle birlikte Anayasa’nın 12. maddesi şu hali
almıştır: “Matbuat kanun dairesinde serbesttir. Hiçbir veçhile kableltab
teftiş ve muayeneye tabi tutulamaz.”13 Anayasa’daki bu değişiklikle birlikte, basın özgürlüğü
konusunda bir adım daha ileri gidilmiş ve kanun dairesinde serbest olan basının
sansüre de tabi tutulamayacağı hükme bağlanmıştır. Böylelikle II. Abdülhamit döneminde
çok sıkı bir biçimde uygulanan sansürün doğurduğu tepkiyle basının ön denetime
tabi tutulamayacağı Anayasa ile güvence altına alınmıştır.14 Bu özgürlük
rüzgarları ile birlikte basın alanında ciddi gelişmeler olmuş ve bu dönemde
çıkan gazete sayılarında gözle görülür bir artış meydana gelmiştir.
25 Temmuz 1908 sabahı gazeteler ilk olarak sansürsüz çıktı ve
Meşrutiyet’in ilan edildiği 24 Temmuz günü Cumhuriyet’ten sonra “Basın
Bayramı” kabul edildi.15
Yine bu dönemde yürürlüğe giren tarihli Matbuat Kanunu ile başlangıçta özgür
bir basın yaratmak amaçlanmış ve bu hususta “izin” sistemi yerine “beyanname”
sistemi getirilmiştir.
Ancak bu Kanun mecliste görüşülürken yaşanan tartışmalar milletvekillerinin
Kanun’u basın özgürlüğü lehine bulmadıklarını ve kolay da kabul etmediklerini
göstermektedir.16 Ne yazık ki, 1913 yılından itibaren Kanun ciddi
değişikliklere maruz kalmış17 ve basın karşısında hükümet yeniden
güçlendirilmiştir.
II. Meşrutiyet’le birlikte basının bulduğu özgürlük ortamı çok
uzun sürmemiş ve 1912 yılında başlayan ve Birinci Dünya Savaşı süreciyle devam
eden yeni bir istibdat dönemine daha girilmiştir. Hürriyet söylemleriyle
iktidarı ele geçirenler, “Memleket hürriyet ve meşrutiyetle idare
edilmek kabiliyetinden mahrumdur”18 gerekçesiyle tüm özgürlükleri hiçe saymışlardır. Doğaldır ki
basın da bu dönemden nasibini almış ve Anayasa hükmü hiçe sayılarak ciddi sınırlamalara
tabi tutulmuştur. 1876 Anayasası döneminde ve öncesinde; giriş bölümünde
belirttiğimiz gibi basın özgürlüğü açısından gelgitler yaşanmıştır. Öncelikle hukuki
düzenlemelerle basın özgürlüğü kural olarak tanınmış ancak daha sonra yine
hukuki düzenlemeler veya olumsuz uygulamalarla basın, iktidar karşısında bir
güç olarak kabul edilmiş ve sınırlanmaya çalışılmıştır. 1908 yılında
gerçekleştirilen Anayasa değişiklikleri ve II. Meşrutiyet’in ilanı ile oluşan
özgürlük ortamı aynı gerekçelerle sonlandırılmış ve basın ciddi sınırlamalara
maruz bırakılmıştır. Tüm olumsuz uygulamalara rağmen, 1876 Anayasası ile basın
özgürlüğünün anayasal bir düzenlemeye kavuştuğunu söyleyebiliriz. Bu özgürlüğün
Anayasa ile düzenlenmesi karşısında bir yaptırım mekanizmasının öngörülmemesini
ise başlı başına ülkemize özgü bir olumsuzluk olarak görmek yanlış olacaktır. Nitekim
19. Yüzyıla damgasını vuran liberal anayasacılık hareketinin ortak bir özelliği
de, insanın doğal haklarını resmi bir belgede toplayıp ilan etmektir.20 Bu
dönem anayasa örneklerinin neredeyse hiçbirinde, anayasal kuralların ihlali
halinde yaptırım mekanizması öngörülmemiştir.
2.
1921 ANAYASASI’NDA BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ
Öncelikle belirtmeliyiz ki, 1921 Anayasası’nın kabul edildiği
dönemin özel koşulları nedeniyle, bu anayasada basın özgürlüğüne ilişkin bir
hüküm yoktur.21 Bu Anayasa döneminin olağanüstü koşulları22 nedeniyle de basın
ciddi bir denetim altına alınmıştır. Basına getirilen sınırlamalar 1923 yılına
kadar devam etmiştir. Bu tarihte yayımlanan TBMM İcra Vekilleri Heyeti
Kararnamesi ile sıkıyönetim ve buna bağlı olarak getirilen sansür
kaldırılmıştır.23 Milli mücadele döneminde Mustafa Kemal, başarıya ulaşmanın anahtarının
basın ve haberleşme ağında etkin olmakta olduğunu biliyordu. Bu nedenle ilk
olarak telgraf ağına el konulmuştur. Daha milli mücadelenin ilk aylarında 14
Eylül 1919 tarihinde Sivas Kongresi yıllarında milli mücadeleyi desteklemek
amacıyla İrade-i Milliye Gazetesi çıkarılmıştır.24 Ancak gazetenin
yöneticilerinin başka çizgide kalması nedeniyle, Mustafa Kemal, Ankara’ya
yerleşir yerleşmez, tamamen kendi denetiminde ve hedefini çok daha açık olarak yansıtan
Hakimiyet-i Milliye ismi altında gazetesini çıkardı.25
Hakimiyet-i Milliye Cumhuriyet rejimini yaratan eylemin ana
siyasal sözcüsü olurken daha sonra Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet Halk
Fırkası’nın resmi yayın organına dönüşmüştür.26 6 Nisan 1920 yılında ise
Anadolu Ajansı bizzat Atatürk tarafından kurulmuştur.27 1921 Anayasası
döneminde basının, olağanüstü savaş koşulları nedeniyle iktidar tarafından
resmi söylemlerinin iletilmesi aracı olarak kullanıldığını ve basın açısından
bunun dışında kayda değer bir durum gerçekleşmediğini söylemek mümkündür
3.
1924 ANAYASASI’NDA BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ
3.1.
Tek Partili Dönemde Basın Özgürlüğü (1924-1946)
1924 Anayasası’na basın özgürlüğü açısından baktığımızda karşımıza
basın özgürlüğünü düzenleyen 77. madde çıkmaktadır. Bu hükme göre; “Matbuat,
kanun dairesinde serbesttir ve neşredilmeden (yayımlanmadan) teftiş ve
muayeneye tabi değildir.”28 Hükümden hemen anlaşılacağı üzere, 1924 Anayasası da, 1909
değişikleriyle oluşan 1876 Anayasası’nın 12. maddesini aynen benimsemiştir.
Özgürlüklerin büyük bir özenle düzenlendiği 1924 Anayasası, ne yazıktır ki, bu
özgürlüklerin ihlali halinde yaptırımların neler olacağını düzenlememiştir.
Nitekim Anayasaya aykırılık husule geldiğinde yaptırım öngörülmemesi 1960
Askeri Darbesinin en önemli sebeplerinden birisini oluşturacaktır.29 Öyle ki
1961 Anayasası ile kurulan Anayasa Mahkemesine olan ihtiyaç, CHP’nin 1957 seçim
beyannamesinde ve 14 Ocak 1959 tarihli ilk hedefler Beyannamesi’nde açıkça
belirtilmiştir.30 Bu eksiklik, yukarıda belirttiğimiz gibi 1924 Anayasası’nın
19. Yüzyıl anayasacılık hareketinin bir ürünü olmasından ve insanın doğal
haklarını sıralamaktan öteye gidememesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Ancak 2. Dünya Savaşı’nın ardından Dünya’da gerçekleşen anayasal hareketlerden
etkilenilmiş ve 1940’lı yıllardan itibaren Anayasa Mahkemesi’nin kurulması tartışılır
hale gelmiştir.
Bunların yanında, 1924 Anayasası’nın 86/3 hükmüne göre;
sıkıyönetim, kişi ve konut dokunulmazlığının, basın, gönderişme, dernek, ortaklık
hürriyetlerinin geçici olarak kayıtlanması veya durdurulması demektir.31 Bu
hüküm ışığında, basın özgürlüğünün sınırlanması ve durdurulması anayasal bir
dayanağa kavuşmuştur. Kaldı ki, 1924 Anayasası’nın basın özgürlüğüne ilişkin
bizzat kendi hükümleri yetersizken, bu dönemde basın alanında yapılan kanunlar Anayasa’nın
getirdiği teminatları da hiçe sayar nitelikte olmuşlardır. Zira Anayasa’da
hürriyetlerin sınırlandırılmasında başvurulacak kriterlere, diğer bir deyimle “sınırlamanın
sınırları”na değinilmemiş, sınırların
belirlenmesi sadece kanuna, yani yasama organının iradesine bırakılmıştır.32
Türkiye’de tek parti döneminde iki başarısız çok partili hayat
denemesi sonrası çıkartılan iki kanun basın özgürlüğü açısından döneme damgasını
vurmuşlardır. Bu nedenle tek partili dönemde basın özgürlüğü konusunu, bu
kanunları ayrı başlıklar altında ele alarak inceleyeceğiz.
3.1.1.
Takrir-i Sükun Kanunu
17 Kasım 1924 tarihinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın
kuruluşunun ardından ülkede, muhalefetin sesi daha gür çıkmaya başlamış ve 1925
yılının başlarında Şeyh Sait Ayaklanması patlak vermiştir. Ayaklanma
bastırılmış, belli bölgelerde 1927 yılına kadar sürecek olan sıkıyönetim ilan
edilmiş, istiklal mahkemeleri kurulmuş ve 4 Mart 1925 tarihinde de Takrir-i
Sükun Kanunu kabul edilmiştir. Bu kanun ile meydana gelebilecek her olayda
hükümete gerekli önlemleri almak için neredeyse sınırsız bir yetki tanınmıştır.
Nitekim basın özgürlüğü de bu verilen yetkiden nasibini fazlasıyla almıştır.
İlk önce sıkıyönetim bölgesinde çıkarılan ve dışarıda çıkarılıp da
sıkıyönetim bölgesine sokulan her türlü gazete ve dergi bir talimatname33 ile
açıkça sansüre tabi tutuldu. Bizzat Kanun ile gericiliğe, isyana yol açabilecek
ve ülkenin sosyal düzenini ve sükununu, güvenlik ve asayişini bozacak yayınlar
Cumhurbaşkanı’nın onayı ile hükümet tarafından önlenebiliyordu.34 Kanun’un
yürürlüğe girmesinin hemen ardından ise yurt çapında birçok gazete hükümet kararıyla
kapatıldı35 ve çok sayıda gazeteci İstiklal Mahkemeleri’nde uzun süren
yargılamalara maruz kaldı.36 Sonuç olarak Takrir-i Sükun Kanunu ile basında yer
alan en ufak bir eleştiride dahi suç unsuru görüldü ve gazeteciler tutuklanmaya
ve yargılanmaya devam edildi.37 Böylece bu dönemde muhalif basın kesin olarak
susturuldu.
Basın alanında ciddi sınırlamalar içeren bu dönem doktrinde de haklı
eleştirilere maruz kalmıştır.38 Ancak belirtmeliyiz ki bu dönemde yeni kurulan
Cumhuriyet hala doğum sancılarını üzerinde barındırmaktaydı ve Cumhuriyet
karşıtları da hanedanlık ve şeriat yönetimini yeniden istemekteydiler. Bu
nedenle dönem itibarıyla basının ciddi sınırlamalara maruz bırakılmasını bir
ölçüde anlamak kanımızca mümkündür. Nitekim bizzat Atatürk’ün bu dönemde basına
doğrudan müdahaleleri söz konusudur ve bu müdahaleleri kanımca bu doğrultuda
değerlendirmek gerekir.39 Kaldı ki 4 Mart 1929 tarihinde Takrir-i Sükun Kanunu
yürürlükten kaldırılmış ve İsmet İnönü Mecliste yaptığı konuşmada “…Tehlike
kapının eşiğine gelene kadar sabreden Büyük Meclis, Cumhuriyeti kurtarmak için
keskin ölçülerin zamanı geldiğine hükmetti. Kendi İstiklal Mahkemelerini kurdu ve
hükümete Takrir-i Sükun Kanunu’nu verdi…”40 diyerek, bu Kanun’un “cumhuriyeti korumak” kaygısından doğduğunu gözler önüne sermiştir.
3.1.2.
1931 Tarihli Matbuat Kanunu
12 Ağustos 1930 tarihinde ikinci başarısız çok partili hayat
denememizin kahramanı Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur. Ancak kısa sürede
ülke çapında çıkan olaylar sonucunda kendi kendini feshederek kapanmak zorunda
bırakılmıştır. Hükümet bu dönemde de ortaya çıkan muhalif basını susturmak
adına birçok gazeteyi kapatmış ve gazeteciler tutuklanmaya ve yargılanmaya
devam edilmiştir.
İkinci çok partili hayat denemesinin de başarısızlıkla sonuçlanması
sonucunda ülkemizde tek parti yönetimi tam anlamıyla yerleşti ve muhalif basına
tahammül gösterilemedi.41 İşte 1931 tarihli yeni Matbuat Kanunu bu ortam içinde
hazırlandı. Kanun genel anlamda muhalif basın ve basın özgürlüğü aleyhine hükümler
içermekteydi. Nitekim Kanun’un bu anlamda en belirgin hükmü olan 50. maddesi42;
hükümeti basın karşısında, birtakım muğlak nedenlerle tam anlamıyla güçlü duruma
getiriyordu. Kanun’la gazete ve dergi çıkarmak için izin usulü terk edilerek
bildirim usulü getirilse de 1938 yılında yapılan değişiklikle yeniden izin usulüne
dönülmüştür.43 Yine 1938 yılında yapılan değişikliklerle gazete ve dergi
çıkartmak için ciddi mali teminatların yatırılma koşulu getirilmiştir. Bu
değişiklik basında tekelleşme yolunu açan bir değişiklik olmuş ve basın
özgürlüğüne ciddi bir darbe vurmuştur. 1938 değişikliğinin getirdiği en önemli
hükümlerden biri de okul ve üniversite olaylarıyla ilgili haberlerin izinsiz
yazılamamasıdır.44 Ayrıca bu Kanun gereği gazete ve dergi sahiplerinin belli
niteliklere sahip bulunmaları gerekmekte idi.45 Tabiidir ki bu niteliklerin varlığına
veya yokluğuna karar verme yetkisi de hükümete aitti. Dönemin gazetecilerinden
Nadir Nadi 1939 itibarıyla bu dönemde basının durumunu şu cümlelerle
özetlemektedir46: “1939 yazında basınımızın durumu şöyle özetlenebilir: Milli Şef’e,
hükümete ve CHP’ye dil uzatmak yasaktı. Hükümetin genel tutumu hiçbir şekilde
tenkit edilemezdi. Gazetelerimiz genel tutumlarını hükümet direktiflerine göre
ayarlamak durumunda idiler.”47 Bu dönemde, Önceleri Kemalizm, sonraları Atatürkçülük adı
verilen çizgide yer alan basın, Matbuat Umum Müdürlüğü (şimdiki Basın Yayın) ve
onu yönlendiren üst makamların emirleri altında tek sesli olarak çalışmıştır. Bu
dönemde patlak veren 2. Dünya Savaşı nedeniyle 1940 yılında; İstanbul, Edirne,
Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale ve Kocaeli illerini içerecek şekilde
sıkıyönetim ilan edildi ve bu durum 1947 yılına kadar devam etti. 1931 tarihli
Matbuat Kanunu ile hükümet tarafından kapatılabilen gazeteler, bu dönemde
sıkıyönetim kararlarıyla kapatıldı49 ve basın üzerindeki baskılar artarak devam
etti.
3.2.
Çok Partili Dönemde Basın Özgürlüğü (1946-1960)
Çok Partili hayata geçişle birlikte, CHP iktidarında gözle görülür
bir yumuşama olmuş ve basın da bundan nasibini almıştır. Nitekim daha önceleri
hükümetin denetimi altındaki Basın Birliği yerini, 11.06.1946 yılında Bağımsız
Gazeteciler Cemiyetine bırakmıştır. Bunun yanında 1946’daki yasa
değişiklikleriyle gazete kapatma yetkisi idari makamlardan alınıp mahkemelere
devredilmiştir. Ayrıca gazete çıkarmakta aranan izin şartı ve mali şartlar
kaldırılmıştır. Bu dönemin basın özgürlüğüne ilişkin en önemli olayı, Demokrat Parti’nin
iktidara geldiği 1950 yılında 5680 sayılı Basın Kanunu’nun yürürlüğe girmesi
olmuştur. İlk haliyle gerçekten basın açısından demokratik düzenlemeler içeren
Kanun, ne yazık ki 1954 yılından
itibaren geçirdiği değişikliklerle birlikte özgürlük aleyhine, sınırlamalar
lehine bir hal almıştır. Henüz Basın Kanunu’nun üzerinden üç yıl geçmesiyle
birlikte, bu Kanun’da yapılan değişikliklerle ve basın yoluyla işlenen suçlara
ilişkin özel bir kanun çıkarılarak basın baskı altına alınmıştır.52 Demokrat Parti’nin
1950 ile 1960 yılları arasındaki tutumu, ne yazık ki CHP’nin 1945-1950 yılları
arasından davranışından farklı olmamıştır.53
1950 tarihli Basın Kanunu’nun ilk halinde gazete ve dergi
çıkartmak için izin şartı ortadan kaldırılmıştır, basın suçlarını yargılama görevi
özel mahkemelere verilmiştir, gazete sahipleri cezai sorumluluklarından kurtulmuşlardır,
cevap ve düzeltme hakkı yeniden düzenlenmiştir.54 Çok Partili dönemde, iki kutuplu dünya
Türkiye’de de yansıma yapmış, komünist propaganda yapan yayınlar açık ara en
fazla sansüre tabi tutulan yayınlar olmuştur.55 1954 yılında “Neşir
Yoluyla veya Radyo ile İşlenecek Bazı Cürümler Hakkında Kanun” kabul edildi. 1956’da adı biraz
değiştirilerek daha da katılaştırılan ve basın özgürlüğünü önemli ölçüde
zedeleyen bu Kanun sonunda muhalif basındaki eleştiriler hız kazanırken basın davalarının
sayısı da giderek arttı. 6-7 Eylül olayları56 sonunda suçlu olarak basın
görüldü ve ilan edilen Sıkıyönetim aracılığıyla basına açık sansür uygulandı.57
Bu dönemde birçok gazete doğrudan Sıkıyönetim Komutanı’nın “men
ettim” sözlerini içeren
bildirilerle kapatılmıştır.58 1954 yılında çıkan Neşir Yoluyla veya Radyo ile
İşlenecek Bazı Cürümler Hakkındaki Kanun, 27 Mayıs’tan sonra 6 Ekim 1960
tarihli ve 94 sayılı Kanunla kaldırılmıştır.59 1956 yılında basın özgürlüğü
aleyhine Basın Kanunu başta olmak üzere bazı kanunlarda değişiklikler
yapıldı.60 1957 ve 1958 yıllarında ise sırasıyla yayınlanan kararnameler ile
önce “gazete ve dergi kağıtlarının tek elden ithali” ve ardından “reklam
ve ilanların tek elden dağıtımı” benimsenerek muhalif basın bu yönden de denetim altına alınmaya
çalışıldı.61 Bu kısıtlamaların sonucunda Uluslararası Basın Enstitüsü,
Başbakana bir mektupla basın özgürlüğünün sağlanması hususunda uyarıda bulunma
gereği dahi duymuştur.62 Nihayet 18 Nisan 1960’ta 2247 sayılı “CHP ve bir kısım
basının faaliyetlerini tahkike memur Meclis Tahkikat Encümeni’nin Kurulması Hakkında
Kanun” çıkarıldı.63 Aynı gün Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Meclis
Tahkikat Komisyonu üç bildiri yayımladı.
Üçüncü bildiri ile “Tahkikatın selametle
cereyanını temin maksadıyla, tahkikata mevzu teşkil eden maddelerle Tahkikat
Encümeni’nin vazife ve salahiyetleri ve bilumum karar, tedbir ve faaliyetlerine
müteallik her türlü haber, havadis, beyan, tebliğ, mütalaa, vesika, resim ve
yazıların ve -TBMM Zabıt Ceridesi hariç- bu takrir ile alakalı TBMM
müzakerelerinin her türlü vasıtalarla neşrini” yasak etti ve basın özgürlüğünü tamamıyla yok
saydı.64
1924 Anayasası döneminin yaşanan siyasi olaylar bakımından zengin olması,
basın özgürlüğünün yaşadığı gelgitlerin sayısını da artırmış bu dönem basın
özgürlüğü açısından zengin uygulamalara ve yasal düzenlemelere sahne olmuştur.
Özellikle çok partili hayata geçişle birlikte, iktidarın kaybedilmesi korkusu
nedeniyle bir yumuşama gözlenmiş ve basın özgürlüğüne ilişkin olumlu yasal düzenlemeler
getirilmiştir. 1950 tarihli Basın Kanunu’nun ilk hali bu durumun en güzel
örneklerinden biri olmuştur. Ancak yine özgürlük söylemleri ile gelenler, bu
özgürlüklerden kendi iktidarları zarar gördüğü anda, bu duruma tahammül
gösterememiş ve “ülke özgürlüklerle yönetilemeyecek” düşüncesi ile hareket
etmekte beis görmemişlerdir. Basın özgürlüğü de bu durumdan yine nasibini almış;
hukuki düzenlemeler ve uygulamalar basını denetim altına almak amacını
taşımıştır.
4.
1961 ANAYASASI’NDA BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ
4.1.
Genel Olarak
27 Mayıs 1960 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri adına yönetime el koyan
Milli Birlik Komitesi, 1961 Anayasası oluşturulmadan önce, basın özgürlüğüne
ilişkin olumlu düzenlemeler yapmıştır. Basın özgürlüğünü ihlal eden birtakım
kanunlarda ve özellikle Basın Kanunu’nda yaptığı değişikliklerle, basın
özgürlüğünü yok eden hükümleri kaldırmıştır. Böylece 1950 tarihinde kabul
edilen ve ilk haliyle özgürlükler lehine demokratik bir kanun olarak
nitelendirebileceğimiz 5680 sayılı Basın Kanunu, Milli Birlik Komitesinin yaptığı
değişikliklerle büyük oranda ilk haline dönmüştür. Ayrıca Milli Birlik Komitesi
Fikir İşçileri Kanunu’nu kabul ederek ve Basın İlan Kurumu’nu kurarak basın
özgürlüğü lehine çok ciddi adımlar atmıştır.
Nihayet 09.07.1961 tarihinde 1961 Anayasası kabul edilmiştir ve
basın özgürlüğüne ilişkin ayrıntılı düzenlemelere yer verilmiştir. Bu düzenlemelerle
basın özgürlüğü bizzat Anayasa tarafından koruma altına alınmış ve Anayasa Mahkemesi kurularak,
Anayasa’da düzenlenen hükümlere aykırılığın yaptırım mekanizması da
oluşturulmuştur. Ancak 1971 Muhtırası’yla birlikte 1961 Anayasası özgürlükler aleyhine
değişikliklere maruz kalmış ve basın özgürlüğü de bu değişimden nasibini
almıştır. Biz bu başlık altında 1961 Anayasası’nın ilk halindeki ve 1971
değişiklikleri sonrası basın özgürlüğünü temel alarak iki alt başlık altında
incelemelerde bulunacağız.
4.2.
1961 Anayasası’nın İlk Halinde Basın Özgürlüğü (1961-1971)
1961 Anayasası’nda, 1971 yılında değiştirilmeden önce basın
özgürlüğüne ilişkin temel düzenleme “Basın Hürriyeti” başlıklı 22. Maddede yer almakta idi.65
1961 Anayasası’nın 23 vd. maddelerinde ise sırasıyla, “gazete
ve dergi çıkarma hakkı (md. 23)”, “kitap ve broşür çıkarma hakkı (md. 24)”,
“Basın araçlarının korunması (md. 25)”, “basın dışı haberleşme araçlarından
faydalanma hakkı (md. 26)” ve “düzeltme ve cevap hakkı (md. 27)” düzenlenmiştir.
Basın özgürlüğünün kanunlarla sınırlanabileceği her anayasada olduğu
gibi 1961 Anayasası’nda da belirtilmiş ancak Anayasa’da belirtilen koşullar
altında sınırlanabileceği düzenlenmiştir. Bu koşullar ise, devletin
bütünlüğünü, kamu düzenini, ulusal güvenliği ve genel ahlakı korumak, kişilerin
onuruna ve haklarına saldırıyı, suç işlemeye kışkırtmayı önlemek, yargı
görevinin uygulanmasını sağlamak olarak karşımıza çıkmaktadır.
1960-1971 yılları arasında kurulan hükümetler, temelde,
programlarında dillendirdiklerine göre, “aşırı sol ve aşırı sağ ile mücadele” hedefine
yönelmişlerdir.66 Basın özgürlüğü de bu hedeften nasibini almış, özellikle bu
dönemde komünizme karşı bizzat devlet mücadelesi doruğa çıkmış ve
Marksist-Sosyalist nitelikteki eserlerin Türkçe’ye çevrilmesi bile suç
niteliğinde kabul edilmiş ve cezalandırılmıştır.
4.3.
1971 Muhtırası Sonrası Basın Özgürlüğü (1971-1980)
1971 Muhtırası sonrasında yapılan kapsamlı Anayasa değişikliğinden
Anayasa’nın 22. maddesi de nasibini almış ve basın özgürlüğü aleyhine
değişiklikler yapılmıştır. 1971 Muhtırası sonucunda Anayasa’nın 22. maddesinde
yapılan değişiklikle birlikte basın özgürlüğünün sınırlanması konusunda çok
değişken ve geniş kavramlar getirilmiş, ilan edilen sıkıyönetim sonucunda da
dönemin çok sayıda gazetecisi tutuklanmış ve basın özgürlüğü hiçe sayılmıştır.
Ayrıca yapılan değişiklikle birlikte gazete ve dergilerin
toplatılması konusunda hakimlerin yanında gecikmesinde sakınca bulunan hallerde
savcı da yetkili hale getirilmiştir. Bu dönemde de hükümet programlarında,
“aşırı sol ve aşırı sağ ile mücadele” edilmesinin hedeflendiği
gözlenmektedir.67 Bu politika hükümetin basın üzerinde ciddi bir baskısı olması
nedeniyle basına da yansımış, basın özellikle aşırı sol ile mücadele anlamında
yanlı yayınlar verme kaygısına düşmüştür.
Burada son olarak 1961 Anayasası’nın, 1971 değişikliğinden önce de
sonra da basın özgürlüğüne ilişkin düzenlemesinde getirdiği bir yenilikten
bahsetmek gerektiği kanaatindeyiz. Bu değişiklik Anayasa’nın 22. maddesinde yer
alan “Devlet, basın ve haber alma hürriyetini sağlayacak tedbirleri
alır.” ifadesidir. Burada
eski anayasaları- mızda yer alan klasik özgürlük anlayışından vazgeçilmiş,
devletin basın özgürlüğünü ihlal edici davranışlardan kaçınması gerektiği ve
fakat bunun yanında devletin bir anlamda basın özgürlüğünün savunucusu olduğu,
artık basın özgürlüğü lehine aktif bir rol alması gerektiği vurgulanmıştır. Şu
halde devlet pasif tutumunun yanında basın özgürlüğü lehine aktif bir tutum
takınmalıdır. Burada söz konusu olan, basın özgürlüğünü sınırlamak değil, tam tersine,
yeterli bir özgürlüğün varolabileceği koşulları yaratmaktır.68 Devletin basın
özgürlüğü lehine takınması gereken bu aktif tutumun, günümüzde basın özgürlüğü
aleyhine en ciddi sorun olan “basın organlarında
tekelleşme” olgusu karşısında
gerekli ve zorunlu olduğu açıktır.
Türkiye’de darbeler her açıdan çok büyük etkilere sebep olduğu gibi,
basın özgürlüğü açısından da mihenk taşlarını oluşturmaktadırlar. Bu açıdan
ülkemizde yaşanan darbeleri büyük dalgalara benzetebiliriz. Darbelerle dalgalar
basının üzerini kapatmış, bu dalgalar geldiğinde basın özgürlüğü açısından iyi
mi kötü mü olduğu anlaşılamamış ancak dalgaların çekilmesiyle birlikte basın
eskisinden farklı bir konjonktürde kendini bulmuştur.69 Bunun yanında 1961
Anayasası dönemi de yine diğer dönemler gibi basın özgürlüğü açısından
gelgitler dönemi olmuş ve özellikle hükümet uygulamalarında, hükümet karşıtı
basına tahammül gösterilmemiştir.
Tüm bunlara rağmen 1961 Anayasası ile ülkemizde, 2. Dünya Savaşı sonrası
oluşan anayasal hareketlerden etkilenilmiş ve Anayasa Mahkemesi kurulmuştur.
Kanunların anayasaya aykırılığı halinde çok önemli bir yaptırım mekanizması
olarak öngörülen “Anayasa Yargısı” oluşturulmuş ve özellikle Anayasa’da
düzenlenen temel hak ve özgürlüklerin Kanun yoluyla ihlal edilmesinin büyük
ölçüde önüne geçilmiştir. Bu durumu Anayasa’da düzenlenen basın özgürlüğü
açısından olumlu bir gelişme sayabilmemiz dışında, bu dönem de ardıllarından
farklı bir görünüm arzedememiştir. Zira bu dönemde de basın özgürlüğü ile
ilgili gerçekleştirilen hukuki düzenlemeler ve özellikle hükümet uygulamaları
basın özgürlüğü aleyhine gerçekleşmiştir.
5.
1982 ANAYASASI’NDA BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ
5.1.
Milli Güvenlik Konseyi Döneminde Basın Özgürlüğü
12 Eylül 1980 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri emir komuta zinciri
içerisinde yönetime el koymuştur. Yapılan ilk işlerden birisi de Sıkıyönetim
Kanunu’nda yapılan değişiklikle birlikte Sıkıyönetim Komutanlığı’nın basın
üzerinde doğrudan yetkili hale getirilmesi olmuştur.70 28 Aralık 1982 tarihinde
aynı Kanun’da yapılan değişiklikle birlikte gazete ve dergi çıkarmak da izne
bağlanmıştır.71 Milli Güvenlik Konseyi döneminde, birçok gazete kapatılmış72,
gazeteciler gözaltına alınmış, tutuklanmış ve mahkum edilmiştir. Basın özgürlüğü
açısından böyle bir sürecin ardından 7 Kasım 1982 tarihinde halkoylamasına
sunulan 1982 Anayasası kabul edilmiştir.
5.2.
1982’den Günümüze Basın Özgürlüğü
Bu başlık altında tarihsel süreçte bir kesintiye meydan vermemek adına,
1982 Anayasası’na kadar getirdiğimiz tarihsel süreci, 1982’den günümüze kadar,
basın özgürlüğü açısından önemli sayabileceğimiz bazı olaylardan bahsederek ele
almaya çalışacağız. 1950 tarihli Basın Kanunu’nda 10 Kasım 1983 tarihinde
önemli değişiklikler yapılmıştır.73 25 Ekim 1983 tarihinde kabul edilen
Olağanüstü Hal Kanunu ile; gazete, dergi, broşür, kitap, el ve duvar ilanı ve
benzerlerinin çoğaltılmasının ve dağıtılmasının yasaklanması ve toplatılması
yetkisi bölge valiliğine verilmiştir. 1117 sayılı Küçükleri Muzır Neşriyattan
Koruma Kanunu74, 6 Mart 1986 tarihinde yapılan değişikliklerle bir sansür
kanununa dönüşmüştür. Uluslar arası Basın Enstitüsü, Menderes Hükümeti’ne
olduğu gibi Özal Hükümeti’ne de yolladığı mektupla basın ve ifade özgürlüğüne
ilişkin mevzuatın topluluğa üye ülkelerin yasalarına ters düştüğünü ve bu nedenle
değiştirilmesi gerektiğini vurgulamıştır.75
1990 yılı basın özgürlüğü açısından kara bir yıl olarak tarihe
geçmiştir, bir yıl içerisinde 49 gazete ve dergi hakkında 586 dava açılmış, 90
gazeteci tutuklandı ya da gözaltına alınmış, Türkiye İnsan Hakları Vakfı 1990
yılını Basın İhlalleri Yılı olarak ilan etmiştir.76 1990’lı yıllara gazeteci
cinayetleri de damgasını vurmuştur.77 Özellikle kamuoyunda Balyoz ve Ergenekon
olarak bilinen soruşturma ve davalar sonucunda basın özgürlüğü yeniden gündeme gelmiştir.
Öncelikle Sınırsız Gazeteciler Örgütü’nün (Reporters Without Borders) 2011 yılı
basın özgürlüğü raporuna bakmak doğru olacaktır.78 Adı geçen raporda, “2011
yılında ülkemizde 7 gazetecinin cezaevine gönderildiği, 60’dan fazla
gazetecinin cezaevinde bulunduğu ve bunun da ülkemizi Avrupa’da en fazla
gazeteciyi cezaevinde tutan ülke haline getirdiği, 2011 yılında Türkiye’deki
gazetecilerin yasal ve polisiye açısından geçmiş yıllara nazaran daha fazla
zorluklarla karşılaştığı, resmi makamların ise haklılıklarını Terörle Mücadele
Kanunu ile savundukları” ifade edilmektedir. Ayrıca bu çalışmada ülkemiz 179 ülke
arasından, 148. olduğu ve son yıllardaki uzun süreli tutuklamalar, gazetecinin haber
kaynaklarının küçümsenmesi, yasal olmayan gizli dinlemeler gibi nedenlerle
Türkiye’nin basın özgürlüğü sıralamasında geriye düştüğü belirtildi. Freedom
House ise 2011 yılına ait basın özgürlüğü raporunda, Türkiye’ye 154 ülke
arasında 112. sırada yer vererek, ülkemizi “yarı özgür” kategorisinde
değerlendirilmiştir.79 Dünyadaki birçok gazete ve haber ajansları da
Türkiye’deki güncel basın özgürlüğü sorunlarını sayfalarına taşımıştır. Nitekim
New York Times Gazetesi Türkiye’deki gazeteci tutuklamalarını, Hrant Dink
cinayetini ve bu cinayetle ilgili yalnızca görünürdeki kişilerin mahkum
edilmesini eleştirmiştir.80 Ayrıca Gazete, bir yıldan fazla tutuklu kalan
gazeteciler Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tahliye edilmelerini de sütunlarına
taşımıştır.81 CNN de tutuklu gazetecileri ve uzun süren yargılamaları resmi
internet sitesinin sütunlarına taşımıştır. 82 Le Monde da 18 Eylül 2011 tarihli
basın özgürlüğü yürüyüşünü sütunlarına taşımıştır.83
Türkiye’de güncel basın özgürlüğüne ilişkin 27-29 Nisan 2011
tarihleri arasında Türkiye’yi ziyaret eden Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri
Thomas Hammarberg’in medya ve ifade özgürlüğüne ilişkin raporu önemlidir.84
Raporda Türkiye’nin ifade özgürlüğü konusunda yaptıkları memnuniyetle
karşılanmış ancak AİHM’in son 10 yılda verdiği mahkumiyet kararlarının, yasal
düzenlemelere yansıtılamadığı vurgulanmıştır. Raporda İnternet yasaklarının
demokratik bir toplumda olması gerekenden fazla olduğu vurgulanmaktadır. Raporda ülkemizdeki basın işletmesi sahibi
büyük sermayedarlara karşı gazetecilerin tam olarak korunamadığı, medya çalışanlarının
haklarının sık sık ihlal edildiği, gazetecilerin güvensiz bir ortamda
çalıştıkları vurgulanarak bu durum eleştirilmiştir.
Tüm bu eleştirilere rağmen 2014 yılına geldiğimizde
Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı, Dünyaca ünlü video paylaşım sitesi olan “Youtube”
isimli internet
sitesine erişimin engellenmesine dair bir karar vermiştir.85 Karar kamuoyu
gündemini uzun süre meşgul etmiş, Dünya’da ve ülkemizde eleştirilere maruz
kalmıştır. Bu eleştiriler ve tartışmalar bir yana adı geçen karar Anayasa
Mahkemesinin de önüne gelmiştir. Anayasa Mahkemesi kararında, Dünya’da bu kadar
önemli yer tutan sosyal medya niteliğindeki internet sitelerine tamamen
erişimin engellenmesinin ifade özgürlüğünü açıkça ihlal ettiğini vurgulamış; bu
kararın açık bir kanuni dayanağa sahip olmadığını belirtmiş ve ifade
özgürlüğünün ihlal edildiğine karar verilmesi gerektiğini ifade etmiştir.86
5.3.
1982 Anayasası’nda Basın Özgürlüğü
1982 Anayasası’nın ilk halindeki 28. maddesinde özetle; basının
hür olduğu, sansür edilemeyeceği, basımevi kurmanın izin ve mali teminat yatırma
şartına bağlanamayacağı, kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dilde yayın
yapılamayacağı, devletin basın özgürlüğü karşısındaki aktif görevi, basın
özgürlüğünün sınırlandırılmasında 26. ve 27. maddelerin uygulanacağı, tedbir
yoluyla dağıtımın hakim kararıyla olabileceği, gecikmesinde sakınca bulunan
hallerde yetkili merci tarafından dağıtımın önlenebileceği ancak bu kararında
ilgili sürelerde hakimin onayına sunulmadığı takdirde geçersiz kalacağı, yargılama
görevinin amacına uygun olarak yerine getirilmesi için hakim kararı dışında
olaylar hakkında yayım yasağının konulamayacağı, devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğünün, milli güvenliği, kamu düzeninin, genel ahlakın korunması
ve suçların önlenmesi bakımından gecikmesinde sakınca bulunan hallerde yetkili
merci kararıyla toplatma kararı verilebilir, ancak bu karar ilgili süreler
sonunda hakim onayına sunulmazsa geçersiz olacağı, devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne, Cumhuriyetin temel ilkelerine, milli güvenliğe
ve genel ahlaka aykırı yayınlardan mahkum olma halinde süreli veya süresiz
yayınların mahkeme kararıyla geçici olarak kapatılabileceği düzenlenmiştir.
Anayasa’nın 28/2 hükmü 2001 yılında kaldırılmıştır87 ve madde bugün yürürlükte bulunan
halini almıştır. Bu değişiklikle birlikte “Kanunla yasaklanmış olan
herhangi bir dilde yayım yapılamaz” hükmü kaldırılmış ve basında her dilde yayım yapma hakkının önü
açılmıştır. Bu hüküm açısından iki önemli hususa burada değinmek uygun olacaktır.
Bunlardan birincisi; basılmış eserlerin dağıtımının tedbir yoluyla
engellenebileceğine ilişkin düzenleme, ikincisi ise; devletin basın özgürlüğü
karşısında aktif tutum takınmasını emreden düzenlemedir.
1982 Anayasası, 1961 Anayasası’ndan farklı olarak, basılmış ve
dağıtılmış eserlerin toplatılmasının yanında, bu konuda dağıtımın önlenmesi
kurumuna da yer vermiştir ve böylece basın yoluyla işlenen suçların yayım ile
oluşacağına ilişkin genel kurala bir istisna getirilmiştir.88 Basın yoluyla
işlenen suçtan söz edilebilmesi için her şeyden önce basın faaliyetinin
konusunu oluşturan basılmış bir eserin varlığı gereklidir.89 Basılmış eser
kavramı ise, 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 2. maddesinde; “Yayımlanmak
üzere her türlü basım araçları ile basılan veya diğer araçlarla çoğaltılan
yazı, resim ve benzeri eserler ile haber ajansı yayınları” şeklinde tanımlanmıştır. Ayrıca yine aynı
Kanun’un 11. maddesine göre; “Basılmış eserler yoluyla işlenen suç yayım
anında oluşur.” ve kanunun 2. maddesine göre yayım; “Basılmış eserin
herhangi bir şekilde kamuya sunulması” olarak tanımlanmıştır. 90 Bu
bilgiler ışığında basılmış bir eserin suç unsuru içermesi, basın yoluyla bir
suçun oluşması için yeterli değildir ve fakat suçun oluşabilmesi için basılmış
eserin yayımlanması da gerekecektir. İşte Anayasa’nın 28/4 hükmündeki,
dağıtımın önlenmesine ilişkin düzenleme, basın yoluyla işlenen suçların yayımla
birlikte oluşabileceği kuralına bir istisna getirmektedir. Bu düzenlemeyi, yaratma
hakkı başta olmak üzere, basın özgürlüğünün içeriği ile bağdaştırmak mümkün
görülmemektedir. Anayasa’daki bu düzenleme, basın özgürlüğüne yönelik, devletin
ve toplumun korunması içeriğinde çok belirgin bir sınırlamadır. Hükmün
getiriliş amacı da, madde gerekçesinde şöyle belirtilmiştir: “Hükmün sevk
amacı, söz konusu gruba dahil suçların ağırlığı nedeniyle bunlara daha ilk anda
engelolunması arzusudur. Yayım gerçekleştirildikten, fikir ürünü umuma sunulduktan
sonra alınacak her türlü tedbirin, yayımla ortaya çıkan zararyahut tehlikeyi ortadan
kaldırmaya yetemeyeceği düşünülmüştür.”91
Korunan hukuki yarar ne olursa olsun yayın unsuru gerçekleşmeden basın
suçunun gerçekleşmiş sayılması ifade özgürlüğünün son derece geniş olarak
sınırlanmasına neden olacağı için AİHS’nin 10. maddesine aykırıdır.92 1982
Anayasası, 28/2 hükmü ile, devletin basın özgürlüğü karşısındaki pasif tutumunu
yeterli görmemiş ve bu özgürlüğün sağlanması anlamında aktif tutum takınmasını
zorunlu kılmıştır. Nitekim madde gerekçesinde de belirtildiği gibi; “basın
hürriyeti önünde devletin olumlu tutumunu, yani bu hürriyetin gerçekten
sağlanmasında devletin yardımcı olmasını, bu amaçla gerekli tedbirlerin
alınması ihtiyacınıöngörmektedir.
Anayasa Mahkemesi verdiği bir kararında93, Devletin basın özgürlüğü
ile ilgili tedbirleri alma yükümlülüğü konusunda şu ifadelere yer vermiştir: “…
Basın, geniş haber alma ve iletişim sistemleri, ileri baskı teknikleri, yaygın
ve hızlı dağıtım ağı ile büyük bir alanda ve bütünlük içinde faaliyet
göstermektedir. Böyle bir faaliyet ise, önemli bir ekonomik ve mali kaynak
ihtiyacını yaratmaktadır. Bu sektöre girebilmenin kolaylaştırılması ve rekabet
ortamının yaratılması, basın özgürlüğünü sağlamanın temel koşullarındandır.
İhtiyaçları karşılamak ve koşulları gerçekleştirmek,kanun koyucunun görevleri
arasındandır.” ABD Yüksek Mahkemesi de verdiği bir kararında94; “basının
anti-tekelleşme yasasının kapsamı dışında tutulamayacağı sonucuna vararak
Kongreyi gerekli adımları atması konusunda teşvik etmiştir.”95
Devletin basın özgürlüğüne ilişkin pozitif yükümlülüğünün de bir sınırı
olmalıdır. Nitekim ABD Yüksek Mahkemesi çeşitli kararlarında, devletin bu
yetkisini kötüye kullanacağının bir karine olarak kabul edilmesi gerektiğini ve bu nedenle
devletin basın özgürlüğü üzerindeki yetkilerinin de sınırlanmasının zorunlu
olduğunu vurgulamıştır. Basın özgürlüğünün sınırlanmasında uygulanacak olan,
Anayasa’nın 26 ve 27. maddesinin ilk hallerine bakacak olursak; herhangi bir
değişiklik geçirmeyen Anayasa’nın 27/2 hükmü gereği olarak; “bilim ve sanat
hürriyeti içerisinde yer alan yayma hakkı, Anayasa’nın 1., 2. ve 3. maddeleri
hükümlerinin değiştirilmesini sağlamak amacıyla kullanılamaz.” 97 2001
yılında değişikliğe uğrayan, basın özgürlüğünün sınırlanmasına ilişkin uygulama
alanı bulacak olan 26/2 hükmünün
ilk hali ise şu şekilde idi: “Bu hürriyetlerin kullanılması,
suçların önlenmesi,suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce
belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel
ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama
görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir.”98
Bu hüküm, 2001 yılında değiştirilmiş99 ve hükümde belirtilen sınırlama
nedenlerine ek olarak, “millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği,
Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez
bütünlüğünün korunması” olmak üzere yeni sınır lama nedenleri
getirilmiştir. İlk bakışta bu değişiklik özgürlükler aleyhine bir tutumun ürünü
olarak görülebilir ancak, bu değişikliğin gerçekleştirildiği aynı kanun ile
Anayasa’nın 13. maddesi dedeğiştirilmiş, genel sınırlandırma nedenleri ortadan
kaldırılmış ve temel hak ve özgürlüklerin özel sınırlandırma nedenleri ile
sınırlanabileceği ilke olarak kabul edilmiştir. 26/2 hükmüne eklenen bu nedenler
ise 13. maddede bahsi geçen özel sınırlandırma nedenlerinden başka bir şey
değildir.
Süreli ve süresiz yayın hakkını düzenleyen ve hiçbir değişikliğe
uğramayan, 1982 Anayasası’nın 29. maddesine göre ise; süreli veya süresiz yayın
önceden izin alma ve malî teminat yatırma şartına bağlanamaz. Süreli yayın
çıkarabilmek için kanunun gösterdiği bilgi ve belgelerin, kanunda belirtilen
yetkili mercie verilmesi yeterlidir. Bu bilgi ve belgelerin kanuna
aykırılığının tespiti halinde yetkili merci, yayının durdurulması için
mahkemeye başvurur. Süreli yayınların çıkarılması, yayım şartları, malî
kaynakları ve gazetecilik mesleği ile ilgili esaslar kanunla düzenlenir. Kanun,
haber, düşünce ve kanaatlerin serbestçe yayımlanmasını engelleyici veya
zorlaştırıcı siyasal, ekonomik, malî ve teknik şartlar koyamaz. Süreli
yayınlar, Devletin ve diğer kamu tüzelkişilerinin veya bunlara bağlı kurumların
araç ve imkânlarından eşitlik esasına göre yararlanır.
2004 yılında değiştirilen ve basın araçlarının korunması kenar
başlığını taşıyan, 1982 Anayasası’nın 30. maddesinin ilk hali ise şöyle idi: “Kanuna
uygun şekilde basın işletmesi olarak kurulan basımevi ve eklentileri, Devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, Cumhuriyetin temel ilkeleri ve milli
güvenlik aleyhinde işlenmiş bir suçtan mahkum olma hali hariç, suç aleti olduğu
gerekçesiyle zapt ve müsadere edilemez ve işletilmekten alıkonulamaz.100
2004 yılında maddede yapılan değişiklik ile birlikte hükümde belirtilen
istisnalar ortadan kaldırılmış ve basımevi ve eklentilerinin suç aleti olduğu
gerekçesiyle istisnasız olarak müsadere edilemeyeceği ve işletilmekten
alıkonulamayacağı düzenlenmiştir.
1982 Anayasası döneminde gerçekleştirilen basın özgürlüğüne
ilişkin hukuki düzenlemelere ve hükümet uygulamalarına baktığımızda geçmiş
dönemlerden pek de farklı olmadığını söyleyebiliriz. İlk dönemlerde
gerçekleştirilen gazeteci cinayetleri, sonrasında da önemli davalar sonucunda
basın mensuplarının tutuklanması, daha yayımlanmamış eserlerin toplatılması
şeklinde gerçekleşen olaylar, ülkemizin zayıflarla dolu basın özgürlüğü
karnesini daha da kötü hale getirmiştir. Yukarıda kısaca değinilen mahkeme
kararları ve uluslararası örgütlerin raporları, bu durumun Dünya kamuoyunca da
eleştiri konusu yapıldığını açıkça göstermektedir. Gerçekten de son yıllarda
ülkemizde yaşanan toplumsal ve siyasi olaylar sonucunda, yürütmenin baş düşmanı
yine basın olmuş ve basın üzerindeki baskılar artmıştır. Dünya çapında çok
önemli internet siteleri olan “Twitter ve Youtube” yasaklamalara maruz
kalmıştır. Bu durum da Dünya kamuoyunca eleştirilmiş ve yukarıda bir kısmından
bahsettiğimiz çeşitli örgütlerin raporlarında başlıca eleştiri noktalarından
birisi olmuştur. Yukarıda belirttiğimiz gibi Anayasa Mahkemesi de hukuken
isabetli bir karara imza atmış ve ülkemizin AİHM tarafından mahkûm edilmesinin
önüne geçmiştir.
SONUÇ
Günümüz teknoloji dünyasında, basın, çok önemli ve engellenemeyen bir
güç olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerçekten de birçok ülkede olduğu gibi
ülkemizde de özellikle yürütmeyi elinde bulunduran güç, basına hem yasal
anlamda hem de uygulamada baskılarda bulunmakta, sansüre tabi tutmaktadır.
Bunun yanında basın organlarının ayakta kalabilmesi için holdingleşmesi ve
dolayısıyla tekelleşmesi zorunluluk arz etmekte ve bu durum da basın
özgürlüğünü ciddi şekilde zedelemektedir. Tüm bu olumsuz etmenlere rağmen
teknolojiden ve demokrasi hareketlerinden yararlanan basın, birtakım özgürlüklere de
sahip olabilmektedir. Nitekim ülkemizde daha yayınlanmadan, örnekleri toplanan
bir kitap metnine, internet ortamında rahatlıkla ulaşılabilmesi bunun
kanıtıdır. Ülkemizde de, belirli dönemlerde yaşanan demokrasi hareketlerinden faydalanan
basın, yasal anlamda birçok haklardan faydalanabilmiştir.
Nitekim basına ilişkin Anayasa ve Basın Kanunu hükümleri genel
anlamıyla tatmin edici niteliktedir. Ancak geçmişe ve günümüze yansıyan
olaylar, hükümet başta olmak üzere çeşitli güç odaklarının basını kontrolleri
altında tutmak istemelerinin sonucu olarak tarihte yerlerini almışlardır. Türk
Anayasal Tarihi çerçevesinde basın özgürlüğü konusunu, anayasalarımızı temel
alarak incelemeye çalıştığımız bu çalışma sonucunda, 1921 Anayasası dışında
bütün anayasalarımızın basın özgürlüğünü bir temel hak ve özgürlük olarak düzenlemeye
özen gösterdiğini söyleyebiliriz. İlke olarak basın özgürlüğü ile ilgili yasal düzenlemelere
baktığımızda, basına en azından temel bir özgürlük alanı bırakıldığını
belirtmeliyiz. Anayasa yargısını ve kuvvetler ayrılığı ilkesini ülke olarak benimsediğimizi
de düşündüğümüzde; basın özgürlüğünün hukuki anlamda ihlali karşısında yaptırım
mekanizmalarının da hukuk sistemimizde yer aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ancak en demokratik yasal düzenlemeler dahi kötü uygulayıcıların elinde vahim
sonuçlar doğurabilir. Ülkemizde basın özgürlüğü, tarihsel anlamda bu
belirlememiz doğrultusunda bir evrim geçirmiştir. Yasal anlamda temel
özgürlüklerini kazanan basın, bunu sahaya, uzun süreli olarak, bir türlü
yansıtamamıştır.
Kanaatimce bu durum, ülkemizin hala belirli bir demokratik
olgunluk seviyesine ulaşamamasından kaynaklanmaktadır. İktidar sahipleri de
Rousseau’nun çoğunlukçu (mutlak) demokrasi anlayışını (çoğunluğun oyunu
alanların mutlak yönetim hakkına sahip olması şeklinde kısaca tanımlanabilecek demokrasi
anlayışı) benimsemekten öte gidememektedirler. Bu anlayışı benimseyen bir yönetim
ise ideal demokrasinin vazgeçilmez renkli parçaları olan muhalif seslere (bunun
başında basın gelmektedir) tahammül gösteremeyecektir.
Ferhat YILDIZ
1980 öncesi teröristleri, topluma, Kalaşnikof veya Sten makineli-tüfek tutan ellerine Sony video-kamera verilmek suretiyle kazandırılmışlardı. ERDOĞAN-karşıtı gibi görünen muhafazakar İngiliz dergisi The Economist, ATATÜRKÇÜ eylemcilerin “bozuk düzen” ile olan ihtilaflarının (ing. “irreconcilable contradictions”) “savaşım”ını medya zemininde sürdürmekte olduklarını çıtlatmaktan geri kalmamış! Bu yazıyı okuma ihtiyacı duyan ecnebi, yakın tarihimizi, bu “irreconcilable contradictions” lafının cahiliye devrinde sivri dillere pelesenk olmuş olduğunu bilecek kadar da tanır. Kapitalist üst akıl Sn.ERDOĞAN'ın arkasındadır, TUSiAD'ın değil [bkz: “Absurdity in power”, The Economist dergisi, ©2017 The Economist Newspaper Limited, (ISSN) 9 7700 1306-1220, Volume 424 Number 9051, July 29th-August 4th 2017, Yazdıred by Roularta Printing Roeselare Belgium, s.21].
YanıtlaSil