9 Haziran 2017 Cuma

Film yapımının yerel ve küresel dinamikleri…

by karamanni  |  in sinema at  15:51:00


 Hareketli görüntü, ham “pelikül/film” üreten son tekel olan Kodak’ın film üretimine son vereceğini açıklamasından sonra, pelikül filmin son kalesi sinema salonlarının dijitalleştirmesi ile birlikte artık pelikül/film çağını kapatıyor. Sinemanın küresel sermayesi, teknolojinin dijitalleşmesi, uydu antenler ve internet ile başlayan bu değişimi 1980’lerde görmüş, 1990’larda A.B.D. /  Hollywood merkezli sermaye bileşimini tamamlayarak, zaten tüm dünyayı yeniden düzenlemeyi bitirmişti.  Fakat şüphesiz bu son karar film dağıtımını çok daha fazla sinemanın küresel sermayesinin güdümüne sokacaktır. Türkiye’de ilk kez büyük bir sermayenin devreye girerek, sinema salonlarının 1/3’ünü kontrolünde tutması bunun ilk belirtisidir. 

 Sinema sermayesinin 1980 ve 1990’larda yeni bileşimi o kadar hızlı ve dikey oldu ki, zamanın kendi çapında güçlü (yerel) ulusal sinema sermayeleri bile Hollwood’un büyük-küçük stüdyo veya şirketlerinin küçük ortağı olmak zorunda kaldı. Onların oraya gidişinin asıl sebebi, sermayelerini yatırım yaptıkları film projelerine daha çok para ödeyen Amerikan halkından geçirmek istemeleriydi. İngiliz sineması dil birliği yüzünden her zaman zaten Hollywood ile içli-dışlı idi.  Fakat Avrupa’nın kendi kültürleri konusunda en muhafazakar Fransız ve Alman sinema sermayeleri dahi bu oluşuma adeta gönüllü katıldı. On beş, yirmi yıl önceki A.B.D. yapımı ama Fransız (özellikle) kadın ve erkek oyuncuların oynadığı filmler (Yeşil Kart, vb.) bu oluşumun tipik sonuçlarıdır. Ama Alman sinemasının böyle bir şansı yoktu. Fakat o da dijitalleşme sürecinde yetişmiş bütün uzmanlarını Hollywood’a kaptırdı ve adeta çöktü. Nitekim bu kadrolar daha sonra Hollywood’un 3D yapımlarında başrolu oynadılar. Başta Cannes Film Festivali olmak üzere Avrupa’daki tüm festivallerin verdiği son görüntüler bu bileşimin bir kolajıdır.

 1990’lardan sonra, dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun, yukarıda anlatılan küresel oluşuma sermaye olarak giremememiş yerel sinema dinamikleri de mecburen devletin kapısını çalıp, ulusal sinemaların korunması adına destek istediler.  Bu sinemacıların Fransız, Türk, Kürt, Şilili veya başka bir ülkeden olması fark etmiyordu. 

 Film üretimi artık A.B.D. ve ona göbekten bağlı “uluslararası alt bölgeler” (kültür, nüfus, dil ve din birliği!) olarak entegre olmuş durumdadır.  Film seyri ise sponsorların katkısıyla metropollerden kasabalara kadar yayılan festivaller, uydu antenlerle bir başka düzeyde yayılmış durumdadır. Tüm salonların dijitalleşmesi bunun son halkası olacaktır. Bu küresel dönüşümün yerel-ulusal sinemalara en büyük etkisi, ekonomik olarak güçlü-güçsüz bütün ulusal sinemaların sorunlarını eşzamanlı hale getirmiş olmasıdır.
“Günümüzde hareketli görüntünün bütün dünyadaki temel çelişkisi artık pelikül film çağındaki sermaye birikimini dijital üretim tarzına uyarlamış uluslararası eğlence (entertainment) sermayesi ile her geçen gün biraz daha toplumsallaşan ve kobileşen yerel biçimleri arasındadır.”

Dünyanın neresinde olursa olsun, küresel oluşum dışında film yapmak isteyen yerel sinemacılar artık aşağıdaki genel ve ortak dinamikleri bir araya getirerek film yapmayı düşünmek ve bu sorunsalın sorunlarını tartışmak zorundadır. 

I. Yerel – ulusal sinemalarda film yapımının genel dinamikleri:

 1. Devlet Desteği
 2. Televizyon Kanallarının Katılımı
3. Sponsorlar
 4. Kültür (ve Sinema) Fonları
​5. Yapımcının Katkı Payı 

1. Devlet Desteği
 Küresel yeniden yapılanma yüzünden, tüm dünyada olduğu gibi, bizim sinemacılarımız da 1980’li yılların sonlarında film yapım desteği için devletin kapısına dayandılar. O yıllarda Kültür Bakanlığı üzerinden verilmeye başlayan bu destek, aslında çekilecek bir filmi finanse etmekten çok, çekilmiş bir filmin yapım sonrası aşamasına bir katkıydı. Fakat bu yardım politikacıların ve sinemacıların kurduğu ahbap-çavuş ilişkileriyle film yapım sürecinin başına doğru çekildi. İlk yıllarda verilen destekler, filmin %30-50’sini karşılayacak orandaydı ve destek film projesini yapıma doğru ivmelendirebiliyordu. Sinemacılar yüksek enflasyonun yaşandığı o yıllarda devletten aldıkları desteği altı ay kadar faize yatırıp ikiye katlıyor ve sonra da filmi yapıyordu. Fakat enflasyon düştükten sonraki yıllarda bu imkan(!) ortadan kalkınca (alt maddede anlatılan televizyon kanallarının katkısı da kesilince) senaryolar artık yapıma doğrı ivme alamamaya başladı.  2000’li yılların başında devlet desteği cazibesini iyice yitirdi. Hatta destek alan bazı yapımcılar, aldıkları destekleri kullanamadan geri bile iade ettiler.
“Sinemacılar dün olduğu gibi bugün de devletin yasal tedbirler alarak televizyon kanallarını film yapımına katkı vermek zorunda bırakılmasını istiyor. Fakat politikacıların muhafazakar çizgisi ve onların medyaya mecburiyetleri düşünüldüğünde bu çok zor görünüyor.”
2000’li yılların ortalarında film üretimi yılda sekiz ile on arasında kalınca, sinemacılar bu kez devletin kapısına “Sinema Yasası” ve “Destek” için yeniden dayandılar.  Yeni bir destek yasası çıktı ama temel sorunları çözecek bir sinema yasası çıkarılamadı.  Özerk bir yasa çıkmayınca kurulan destek fonu da devletin kontrolünde kaldı. Dolayısıyla sinema salonlarda oynayan filmlerin gösteriminden kesilen (ancak %60’ı tahsil edilebilen) vergiler dışında, fonu oluşturacak diğer (özel, sektör, sponsor, vs.) katılımlar da gerçekleşmedi ve fonda yeteri kadar para birikemedi. Üstelik Maliye Bakanlığı’nın fondan yaptığı kesintiler, Kültür Bakanlığı’nın fondan başka alanlara yaptığı kaydırmalarla fon daha da küçüldü. Destek miktarı daha sonraki yıllarda, Bakanlık karşısında zayıf sinema kurumlarının inisiyatifi kaçırması ve Bakanlık bürokratlarının daha çok kişiler üzerinden gitmesi yüzünden, proje başına verilen oranlar da giderek küçüldü.
 Devlet desteğinin proje başına düşen miktarının giderek düşmesi, sinemacılara (eleştirilerin hiç gündeme almadığı!) epistemolojik bir yansımayı da beraberinde getirdi. Çünkü, teknolojinin getirdiği ucuzluk ve kolaylıkları arkasına alan genç sinemacılar, yapım bütçeleri (dolayısıyla öykü çapları!) giderek küçülen projeler yapmaya başladılar. Bu da tüm dünyada olduğu gibi, yerel sinemaların yarı-amatör bir hale gelmesine neden oldu. (Bu sonucun oraya çıkmasındaki diğer nedenler aşağıda maddelerde de anlatılacaktır)

 Devlet desteğinin sinemaya başka olumsuz etkileri de oldu. Bunlardan birisi sinemanın tüm kurumlarının yönetim organlarının Bakanlık’a yakın durmak isteyenler tarafından doldurulması ve bu kurumların pragmatik kurumlar haline gelmesidir. 2000’li yılların başlarında, destek oranın düştüğü yıllarda, kurumlarda görev almanın cazibesini yitirmesinin asıl nedeni budur. Üstelik bu tür bir varoluş, sinemacılar tarafından yıllarca istenen ve son yasal düzenlemeler sonunda destek kurullarında sayıca daha çok olmalarına rağmen, bir türlü bürokrasiden inisiyatifi alamamalarının da bir nedenidir. Bir diğer sorun ise sık sık değiştirilen Bakanlık danışmanları ve bürokratların sinemayı ancak sinemacılardan öğrenerek görevde kalabilmeleridir… 

2. Televizyon Kanallarının Katılımı
1990’lı yıllarda, film projelerine destek almaya hak kazanan yapımcılar, ‘Bakanlık’tan yardım aldı belgesi’ni alıp hemen televizyon kanallarının kapısını çaldı. Televizyonlar da bu projelerin yapımına katkıda bulunmaya başladılar. Bu ihtiyacın bir nedeni de Yeşilçam’ın televizyon kanallarında gösterilen film stoğunun artık bitmiş olmasıydı. Fakat o zaman yapılan filmler, reklam almak açısından ‘prime-time’daki televizyon dizileriyle yarışamayınca, kanallar senaryo aşamasında filmi satın almaktan hızla geri çekildiler. Bazı popüler filmlerin dışında, yapılan (çoğu auteur!) filmler de salonlardaki seyir veya gişe gelirlerine de bakılarak, çok düşük bir gösterim ücreti karşılığında alınmaya ve ‘prime-time’ dışında -çoğunlukla gece yarısından sonra- gösterime konmaya başlandı. Bu anlayış halen sürüyor. Devlet (A.B. ülkeleri ve Fransa’daki gibi) televizyon kanallarının film yapımına katılımına yaptırımcı veya özendirecek bazı yasalar çıkarmadığı müddetçe, kanalların bu anlayışı daha da sürecektir. 

 Fakat kanallar sadece sinema filmine katkı vermeyi değil, televizyon filmlerinin yapımını da önemsemiyor. Bu format, 2000’li yılların başlarında, bir-iki kanalda ve ’prime-time’da başarıyla uygulanmış olsa da, uzun televizyon dizilerinin garantisine alışmış reklamcıların söz konusu format arasındaki reklam kuşaklarını reyting açısından kuşkulu-riskli bulmaları yüzünden devam edemedi. Format birkaç kez, birkaç kanal tarafından yeniden canlandırılmaya çalışılsa da, kanal yöneticilerinin küçük bütçeli sinema filmi ile, daha ucuz ve popüler birer tür olan televizyon filminin dramatik öğelerini birbirine karıştırması yüzünden, birkaç yapım denemesinden öteye geçemedi. Oysa bu format tüm dünyada yeni sinemacılar veya televizyon dizisi yönemenlerinin sinema sektörüne giriş kapısıdır.  İşin kötü tarafı, bu format yıllardır bazı televizyon kanalları (STV, Kanal 7) tarafından, çalışanları adeta bedavaya çalıştıran, bir sömürü formatına dönmüş durumda!..
 Sinemacılar dün olduğu gibi bugün de devletin yasal tedbirler alarak televizyon kanallarını film yapımına katkı vermek zorunda bırakılmasını istiyor. Fakat politikacıların muhafazakar çizgisi ve onların medyaya mecburiyetleri düşünüldüğünde bu çok zor görünüyor. 

3. Sponsorlar

 1995 yılında batılı gelişmelerden esinlenen ve televizyon kanallarının sinema filmlerine katkı vermekten uzak durduğunu gören on yönetmen-yapımcımız, bir sinema vakfı kurarak, sponsorları harekete geçirmek istedi. Fakat bu oluşum iki filmden daha uzun ömürlü olamadı. Bunda biraz da suç, sponsorun katkısını “mesen” gibi karşılıksız hibe olarak kavrayan ve sponsorun “kazan-kazan” mantığını anlamayan sinemacılardaydı. Fakat bu dinamiğin kullanılamamasının asıl nedeni, bazı (Cem Yılmaz’ın oynadığı filmler!) popüler filmler dışında, sinema mecrasının sponsor için artık zayıf bir reklam mecrası olarak algılanmasıdır. Dolayısıyla büyük sponsorlar da müzik ve spor gibi alanlara yöneldiler.

 Üretimden çok tüketime yatırım yapan sponsorların kültür alanına katkı vermeleri için çıkarılan teşvik yasasının getireceği katkılar ise gerek iş dünyasının bilgisizliği, gerekse sinemacıların kazan-kazan projeleri hazırlayamamasından dolayı hiç değerlendirilemiyor. Bunda iş dünyasının vergiden düşeceği bu katkıyı, şimdilik devletin de teşviğiyle eğitim vb. (daha kalıcı) alanlara yönlendirme alışkanlığının da büyük etkisi var. Bir diğer sorun da, devletin, yurt dışına satılabilecek televizyon dizilerine her tür ürün yerleştirilmesi için gösterdiği her tür kolaylığı, filmlerin (ve dizilerin) televizyon kanallarımızdaki gösterimlerinde hiç göstermemesi...

 Sponsorun sinema alanındaki asıl etkisini, üretime katkı vermekten çok, onların her düzeyde (İ.K.S.V., Antalya Altın Portakal vb. uluslararası - uluslararası bölgesel - yerel) festivallere verdikleri katkı ve gösterim-tüketim üzerinden değerlendirmekte fayda var. Bu festivallerin, açılan bazı öykü-senaryo yarışmaları, vb. desteklerin yapıma katkısı devede kulak misalidir.  Tüm dünyada festivallerin metropollerden kasabalara kadar giderek yayılması ise beş, on yıllık, yeni bir gelişmedir. Bu festivallerin çevrelerinde oluşturdukları “festival seyircisi” ve ideolojisi ile sinemacılara bol bol ödül-kimlik dağıtan anlayışları ise incelenmesi gereken bir başka önemli sorundur.
 Çok küçük katkılar dışında, sponsordan katkı almak halen sinemacıların sadece dilini yoran bir hayal!..

“Devlet desteğinin proje başına düşen miktarının giderek düşmesi, sinemacılara (eleştirilerin hiç gündeme almadığı!) epistemolojik bir yansımayı da beraberinde getirdi. Çünkü, teknolojinin getirdiği ucuzluk ve kolaylıkları arkasına alan genç sinemacılar, yapım bütçeleri (dolayısıyla öykü çapları!) giderek küçülen projeler yapmaya başladılar. Bu da tüm dünyada olduğu gibi, yerel sinemaların yarı-amatör bir hale gelmesine neden oldu.” 

4. Kültür (ve Sinema) Fonları

Sinemacılarımız yıllardır, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne giriş macerasında, “Avrupa ortak kültürünün yaratılması amacıyla” kurulan Eurimages Sinema Fonu’ndan da yararlanıyor.  Üç ülke sinemacılarının birlikte çalışmak zorunda olduğu bu fon da aslında A.B. sinemacılarını kaynaştırmak için oluşturulmuş ortak bir devletler desteği havuzudur. Türkiye her yıl bu fona sağladığı katkıyla sıralamada altı veya sekizinci olur. Ülkeler bu fonda ortak yapıma katıldıkları oranda puan alırlar. Türkiye bu yüzden, çoğunlukla, verdiğinden biraz daha fazla alıyor. 

 Bu fonda Türkiye’yi eskiden Kültür Bakanlığı’nın atadığı bir görevli temsil ediyordu.  Bu temsilcilik, zamanında bazı eleştirilere hedef olsa da, Avrupa sinema sektörlerini iyi tanıyan Faruk Günaltay tarafından oldukça iyi yürütüldü. Temsilcilik, Faruk bey görevden alındıktan sonra iki kişiye çıkarıldı. Fakat AK Parti hükümetlerinin sinema sektörüne uzak temsilciler ataması yüzünden, Türkiye de fon yönetiminde Faruk bey nezdinde kazandığı prestijini de kaybetti. Sonuç olarak, zamanında bu fonun verdiği somut katkı ve heyecan artık yok...

 Eurimages Sinema Fonu, Avrupa sinemasını Hollywood filmlerinden korumak için kurulmuş olsa da, fon desteğiyle yapılan ve yeteri kadar seyirciyle buluşamayan filmler yüzünden, fon da konulan asıl hedefine pek ulaşamadı. Nitekim başlangıçtan beri fonda varolan iki eğilim fondaki yapısal eksikliğin bir göstergesi gibidir. Bunlardan birisi, fona büyük para veren bazı ülkelerdeki yapımcıların Hollywood filmleriyle başa çıkmak için daha büyük destek istemeleri, diğeri ise bazı yapımcıların orta ve küçük boy Hollywood yapımcılarıyla ortaklığa girerek fon desteğini Hollywood’a hortumlaması yüzünden sık sık patlayan tartışmalardır. 

5. Yapımcının Katkı Payı
Yukarıda anlatılan dinamiklere bakıldığında, yerel-ulusal filmlerin yapımı için ülkemizde somut olarak varolan tek dinamiğin devlet desteği olduğu açıktır. Çünkü (çok özel ve popüler birkaç yapım dışında) diğer dinamiklerin film yapımına katkısı harekete geçememekte ve çok cüzi kalmaktadır. Bu açıdan, Eurimages’ın her yıl olası bir ila dört filme katkısını bir yana bırakırsak, Türkiye’de film yapım sektörünün KOBİ’leşerek yarı-amatör bir üretim düzeyine düşmesi şaşılacak bir sonuç değildir. 

 Destek yasasının Avrupa’dan esinle, adeta yönetmen-yapımcıları desteklemek için çıkarılmış olması da hala düzeltilemeyen bir sapmadır. Bu sapma destek yasası ve tüzüklerin dilinde çok açık olarak okunabilir.  Bu döngüden de geriye sadece devletten aldığı desteğin üstünü borç-harç cebinden tamamlayan ve ilk filmini çektikten sonra ortadan kaybolan bir “yönetmen-yapımcı tipi” ortaya çıkmıştır. Bu oluşum her geçen gün yerel sinema dinamiklerinin küresel sinema sermayesi karşısında kendi lehine olabilecek imkanları da harcamaktadır. 

Not: Bu yazı kendi içinde geliştirilmeye ve ‘II. Yerel – ulusal sinemalarda film yapımının özel dinamikleri, III. Film yapımının olası küresel imkanları’ başlıklarıyla devam edecektir.

  

Yazar: Hüseyin Kuzu

 

0 yorum:

Proudly Powered by Blogger.