24 Aralık 2015 Perşembe

Halkla İlişkiler (PR) ile Algılama Yönetimi Arasındaki Fark

by karamanni  |  in Propaganda at  10:55:00

Algılanan ile gerçek arasındaki, bilgi ile bilgelik arasındaki farkı kapatmak için biz akıl sahibi varlıklara çok önemli bir görev düşüyor: Soru sormak.
Algılama yönetimi son dönemde sıkça konuşulur oldu. Sanki herkes uzman olmuş, olayları tek tek çözüyor. Maalesef, bu konunun uzmanlarının öyle ortalıkta gezen, gezebilecek, her kurumda bulunabilecek insanlar olduğunu sanarak zaten bu konuyu ne kadar yanlış anladığımızı belli ediyoruz.
Öncelikle bu kavram ticari değil ki alıp pazarlamada, kurumsal iletişimde veya itibar yönetiminde kullanalım. Geçtiğimiz yıl bir meslektaşım üniversitede iletişim dersi verdiğini söyleyince ona “derste ne anlatıyorsun” diye sorduğumda “algılama yönetimi” demişti. Bir an tüylerim ürperdi. Bozmadım ama belli ki bir kafa karışıklığı vardı.
Ben bu konunun gerçek bir uzmanını son gördüğümde Ankara’da askerdim. Binbaşı, harp akademilerinde psikolojik harp okumuştu. Bir ara “komutanım ben iletişim uzmanıyım, bu konuda sizden biraz bilgi alabilir miyim” diye sorduğumda yanıtı çok net olmuştu: Hayır!
Dedim ya öyle bir-iki makale karıştırıp ahkâm kesilecek konu değil. Bir şekilde -ki bunu daha açık anlatacağım- PR ve kurumsal iletişim süreçlerine bu kavram girdiğinden beri çok insanın ve uzmanın kafası karışık. PR ile algılama yönetimini, esasen taban tabana zıt işler olduğu halde aynı şey zannedenler var. Diyebilirim ki, PR’ın baş belasıdır.
Neden başa bela oldu peki? PR’ın izlediği yol ile algılama yönetiminin izlediği yol arasındaki fark nereden ve nasıl bir değişimin içinden geliyor?
Küreselleşme öncesi yıllarda daha ziyade tanıtım adı altında gerçekleştirilen ticari iletişim çalışmaları ile propaganda adı altında gerçekleştirilen siyasi iletişim çalışmalarının belirli kodları ve gelenekleri vardı. Aslında 1990 öncesi hemen her alanda çok keskin kodlar ve gelenekler vardı. 1990’da biz insanoğlu, bir duvar yıktık ve sonra istedik ki taş üstünde taş bırakmayalım. Duvarların hepsi iniyor, inecek. Yeniçağda son duvar da yıkılana kadar klişeler, mitler, gelenekler her türlü açıklığa, yeniliğe ve alaycılığa kurban gidecek. Bu değişime direnç veya karşı bir eğilim olarak yapay bir muhafazakârlık artışı da var. Açıklık, özgürlük ve yenilik trendi karşısında bağnazlık da güçleniyor. Bu iki eğilim arasında en çok değişim ve yenilik yaşayan alanların başında da iletişim geliyor.
Yeniçağın sembolü duvarların yıkılmasıdır demişken…
Hababam Sınıfı filminin meşhur sahnesidir: Hababam okulun duvarlarını kazmayla yarıp okulu kırmak üzere dışarı çıktığında Kel Mahmut’a yakalanır. Kel Mahmut ceza olarak o duvarı Hababam Sınıfı’na yeniden ördürürken onlara “bahaneyle bir mesleğiniz de olur, duvarcılık fena bir iş değildir” der. İşte 90 öncesi, küreselleşme öncesi çağa ait ideoloji olan duvar inşası, günümüzde bir özel üniversitenin “sen yaparsın keyfine bak” diye ifade ettiği yeni anlayışla temsil edilen yeniçağa yenik düşüyor.
Pink Floyd geçen yüzyılın sonunda, eğitimle nesillere şekil vermek isteyen dünya görüşüne hitaben “you are just an other brick on the wall” diye seslenip, Mahmut hocaları da “leave the kids alone” diye uyarmıştı. Sıcak ve soğuk savaşlar bitiyor, ezberleri bozacak yepyeni bir düzenin çağrısı yapılıyordu.
Algılanan ile gerçek arasındaki, bilgi ile bilgelik arasındaki farkı kapatmak için biz akıl sahibi varlıklara çok önemli bir görev düşüyor: Soru sormak.
Şu soruları: Nasıl? Ve.. Neden?
Hop döndük mü; gerisin geri milattan önce 5. yüzyıla?
Ta Sokrates’e. Platon’a. Akademi’ye…
Algılama yönetimi konusunun ve anlattığım 1990 sonrası değişimlerin, milattan öncesinin bilgi ve bilgelik arayışıyla ne ilgisi var diyeceksiniz?
İnsan olarak nasıl ve neden sorularının peşine düşmezsek, bizi hakikate ulaştıracak yoldan gitmek yerine, birilerinin bizim için tasarladığı yanıtlarla sınırlı kalıyoruz. Yani gerçeğin ne olduğundan habersiz bir şekilde, algıladığımızı gerçek sanarak yaşıyoruz.
Sokrates’e “her şeyi bildiği” söylendiği zaman o “bilmediği her şeyi aramaya” çıkmıştı. Sokrates’in sahip olduğu farkındalık ona “bilgiyi bilmemesi” ama “bulması” gerektiğini göstermiş ve Sokrates’e bilgeliğin kapılarını açmıştı. Sokrates’e göre, insanlara eğitim vermek mümkün değildi. “Ben erkekleri doğurtuyorum” diyordu, “onlara sorular sorarak bildiklerini bulmalarını sağlıyorum”.
Burada insan düşüncesinin ve bilgisinin iki ayrı niteliği ortaya çıkıyordu:
Birincisi, doğru sandığımız algılarımız olduğu… İkincisi ise arayıp bulduğumuz ve gerçek olduğuna emin olduğumuz bilgi. Yani bilmek diye bir şey yok, bilgiyi idrak diye bir şey var.
Sokrates’in bir okul kurmaması ve duvarsız eğitimi tercih etmiş olması bence içinde bulunduğumuz yeni dönem ile ilgili önemli bir ipucu veriyor. Onun öğrencisi Platon, bir akademi (bilgiyi bulacağımız yeri) kurdu ve iki bin küsur yıldır insanlar eğitim adı altında bu ironiyi yaşıyor. Bir eğitim merkezine gidiyorsunuz, size bilgi diye bir şeyler anlatıp bunları öğrenmenizi istiyor ve sizi test ediyorlar. Böylece siz bilgeliğe değil, sistemi tasarlayanın tahayyül ettiği sonuçlara ulaşıyorsunuz.
Bana göre, duvarsız yüzyılın eğitimi, gerçek bir eğitim olacak. Tıpkı Sokrates gibi, bilgiyi ve gerçeği aramak, en büyük gücün bilgiyi arayan kalabalıklarda olduğunu görmek gerek. Bir grup, kendini entelektüel veya uzman ilan eden elitistin, başkalarının bilgisini sınadığı, kendisini üstün, bilmeyeni de cahil kabul ettiği bu aşağılama düzeninin sona ereceğine inanıyorum.
1789’dan sonra ilk virgülü 1990’a koyuyorum. 90 devriminin en büyük çıktılarından biri internet ve ondan doğan sosyal medya. Sosyal medya devriminden en çok bu entelektüel ve elitist azınlığın rahatsız olmasının esas nedeni, sosyal medyanın, insanlara kendi sıfatını ve imajını (avatarını) kendi istediği gibi tasarlama, gücü merkezden alıp tabana dağıtan bir yapı içinde sanal gerçeklik inşa etmelerine izin vermesiydi. Entelektüeller ve elitistler, her tür sıfatı kendi elleriyle dağıtacaklarına inanmıştı ve bir şekilde hazine odasının kapılarının herkese açılmasına çok fena bozuldular.
Elitistin “gerizekalı” bulduğu, cahil addettiği biri, hop Twitter üzerinden canının istediğine bir mesaj çakıyor ve ağzına geldiği gibi ifade ettiği için elitin yaratmaya çalıştığı üstünlük imajının fiyakasını fena bozuyordu. Timeline fenomeni de entelektüelin ve elitistin geniş kalabalıklara “sen anlamazsın ben sana anlatırım” diye sattığı içeriği yok edip, her faninin penceresine kendine ait bir akış, bir vizyon, bir içerik koyan yeni bir sistem getiriyordu. İşte duvarlar tek tek, kurgular tek tek, taş üstünde taş kalmayacağı güne kadar böyle yıkılmaya başlıyor ve milyonlarca tek bilinç, milyonlarca algı ve milyonlarca benlik doğuyordu.
Bence Sokrates bugünleri görse, sevinçten ne tarafa koşacağını şaşırırdı.
Mademki bir insan bilgiye kendi algısıyla ulaşabilmektedir, o halde insanlara sunulan nedenleri, onların ulaşmasını beklediğimiz sonuca göre oluşturursak, onlar kendiliğinden bizim istediğimiz bilgiye ulaşır ve bunu kendileri algıladığı için gerçek sanırlar.
Yani insanlara gerçeği sunmak yerine, onlara kendi algılarıyla ulaşabilecekleri deliller, işaretler sunabiliriz. Delillere inandıkları anda, istediğimiz algıya da ulaşmış olurlar.
Of ki of.
Ne kadar vahşice değil mi? Ne kadar vahşice olduğu temelde ahlakın konusu ve ben de iflah olmaz bir Sokratesçi olduğum için hayatım boyunca ne PR mesleğini, ne iletişimi, ne de herhangi bir günlük işimi böyle icra etmeye kalkmayacağım. Ama bunu bir iletişim ve ikna yöntemi olarak kullanmaya kalkanların yarattığı geniş bir algı yönetimi dünyası var.
Askerde tanıştığım binbaşı, bu konunun eğitimini almıştı ve bir devlet adına, bir ordu adına psikolojik harp uygulamalarını icra etmekteydi. Savaşı, orduların varlığını, devletin varlığını ahlak felsefesi ile eleştirebiliriz ama açıkça görevinin bu olduğu tanımlanmış ve eğitimini tamamlamış bir görevlinin, devleti adına bu işi icra etmesini ahlak eleştirisi içine alamayız.
Devlet, ulusal güvenliği sağlamak adına bu işin inceliklerini bilmelidir. Ancak işi bu olmadığı halde, istediği sonucu elde etmek için gündelik hayatta algılama yönetimi yapana çok açık bir şekilde ahlak eleştirisi yapabiliriz. Çünkü bu yöntem, sivil hayata indirilemez.
Yazılarımı okuyanlar bilir, ticarette algı yönetimi ile PR’ın sıklıkla karıştırıldığını vurgulayıp, algıya dayalı itibar yaratmanın ticaret kanununa göre suç olduğunu hatırlatıyorum. Ticari hayatta algılama yönetimi yapmak nitelikli suçtur. Algılama yönetimi küresel hukukta da suçtur. Yaptığınız ortaya çıkarsa, kolayca İnsan Hakları Mahkemesi’nde veya Savaş Suçları Mahkemesi’nde yargılanabilirsiniz. Bizim binbaşının bana bir bilgi vermemesinin nedeni de budur zaten. Bu bilgiler açık ve aleni olamaz.
Sivil hayatta da algılama yönetimi yapılan bir iletişim projesini, bir yerinden falso verene kadar anlamanız mümkün olmaz. Bir ara kısa mesaj atılarak kazananın belirlendiği türden yarışmalarda toplu SMS atan makineler kiralayanlar oluyordu. Bu basit bir algılama yönetimi örneğiydi. Sosyal medyadaki trol hesaplar, yüzlerce, binlerce sahte hesap üretip onlar arasında yaratılan trafiği gerçekmiş gibi insanlara sunmak da öyle. Bunlar suçtur ve itibar yönetiminin unsuru olamazlar.

 A. Kerem Türkman- www.thebrandage.com

0 yorum:

Proudly Powered by Blogger.