Algılanan ile gerçek arasındaki, bilgi
ile bilgelik arasındaki farkı kapatmak için biz akıl sahibi varlıklara çok
önemli bir görev düşüyor: Soru sormak.
Algılama yönetimi son dönemde sıkça
konuşulur oldu. Sanki herkes uzman olmuş, olayları tek tek çözüyor. Maalesef,
bu konunun uzmanlarının öyle ortalıkta gezen, gezebilecek, her kurumda
bulunabilecek insanlar olduğunu sanarak zaten bu konuyu ne kadar yanlış anladığımızı
belli ediyoruz.
Öncelikle bu kavram ticari değil ki alıp
pazarlamada, kurumsal iletişimde veya itibar yönetiminde kullanalım. Geçtiğimiz
yıl bir meslektaşım üniversitede iletişim dersi verdiğini söyleyince ona
“derste ne anlatıyorsun” diye sorduğumda “algılama yönetimi” demişti. Bir an
tüylerim ürperdi. Bozmadım ama belli ki bir kafa karışıklığı vardı.
Ben bu konunun gerçek bir uzmanını son
gördüğümde Ankara’da askerdim. Binbaşı, harp akademilerinde psikolojik harp
okumuştu. Bir ara “komutanım ben iletişim uzmanıyım, bu konuda sizden biraz
bilgi alabilir miyim” diye sorduğumda yanıtı çok net olmuştu: Hayır!
Dedim ya öyle bir-iki makale karıştırıp
ahkâm kesilecek konu değil. Bir şekilde -ki bunu daha açık anlatacağım- PR ve
kurumsal iletişim süreçlerine bu kavram girdiğinden beri çok insanın ve uzmanın
kafası karışık. PR ile algılama yönetimini, esasen taban tabana zıt işler
olduğu halde aynı şey zannedenler var. Diyebilirim ki, PR’ın baş belasıdır.
Neden başa bela oldu peki? PR’ın
izlediği yol ile algılama yönetiminin izlediği yol arasındaki fark nereden ve
nasıl bir değişimin içinden geliyor?
Küreselleşme öncesi yıllarda daha ziyade
tanıtım adı altında gerçekleştirilen ticari iletişim çalışmaları ile propaganda
adı altında gerçekleştirilen siyasi iletişim çalışmalarının belirli kodları ve
gelenekleri vardı. Aslında 1990 öncesi hemen her alanda çok keskin kodlar ve
gelenekler vardı. 1990’da biz insanoğlu, bir duvar yıktık ve sonra istedik ki
taş üstünde taş bırakmayalım. Duvarların hepsi iniyor, inecek. Yeniçağda son
duvar da yıkılana kadar klişeler, mitler, gelenekler her türlü açıklığa,
yeniliğe ve alaycılığa kurban gidecek. Bu değişime direnç veya karşı bir eğilim
olarak yapay bir muhafazakârlık artışı da var. Açıklık, özgürlük ve yenilik trendi
karşısında bağnazlık da güçleniyor. Bu iki eğilim arasında en çok değişim ve
yenilik yaşayan alanların başında da iletişim geliyor.
Yeniçağın sembolü duvarların
yıkılmasıdır demişken…
Hababam Sınıfı filminin meşhur
sahnesidir: Hababam okulun duvarlarını kazmayla yarıp okulu kırmak üzere dışarı
çıktığında Kel Mahmut’a yakalanır. Kel Mahmut ceza olarak o duvarı Hababam
Sınıfı’na yeniden ördürürken onlara “bahaneyle bir mesleğiniz de olur,
duvarcılık fena bir iş değildir” der. İşte 90 öncesi, küreselleşme öncesi çağa
ait ideoloji olan duvar inşası, günümüzde bir özel üniversitenin “sen yaparsın
keyfine bak” diye ifade ettiği yeni anlayışla temsil edilen yeniçağa yenik
düşüyor.
Pink Floyd geçen yüzyılın sonunda,
eğitimle nesillere şekil vermek isteyen dünya görüşüne hitaben “you are just an
other brick on the wall” diye seslenip, Mahmut hocaları da “leave the kids
alone” diye uyarmıştı. Sıcak ve soğuk savaşlar bitiyor, ezberleri bozacak
yepyeni bir düzenin çağrısı yapılıyordu.
Algılanan ile gerçek arasındaki, bilgi
ile bilgelik arasındaki farkı kapatmak için biz akıl sahibi varlıklara çok
önemli bir görev düşüyor: Soru sormak.
Şu soruları: Nasıl? Ve.. Neden?
Hop döndük mü; gerisin geri milattan
önce 5. yüzyıla?
Ta Sokrates’e. Platon’a. Akademi’ye…
Algılama yönetimi konusunun ve
anlattığım 1990 sonrası değişimlerin, milattan öncesinin bilgi ve bilgelik
arayışıyla ne ilgisi var diyeceksiniz?
İnsan olarak nasıl ve neden sorularının
peşine düşmezsek, bizi hakikate ulaştıracak yoldan gitmek yerine, birilerinin
bizim için tasarladığı yanıtlarla sınırlı kalıyoruz. Yani gerçeğin ne
olduğundan habersiz bir şekilde, algıladığımızı gerçek sanarak yaşıyoruz.
Sokrates’e “her şeyi bildiği” söylendiği
zaman o “bilmediği her şeyi aramaya” çıkmıştı. Sokrates’in sahip olduğu
farkındalık ona “bilgiyi bilmemesi” ama “bulması” gerektiğini göstermiş ve
Sokrates’e bilgeliğin kapılarını açmıştı. Sokrates’e göre, insanlara eğitim
vermek mümkün değildi. “Ben erkekleri doğurtuyorum” diyordu, “onlara sorular
sorarak bildiklerini bulmalarını sağlıyorum”.
Burada insan düşüncesinin ve bilgisinin
iki ayrı niteliği ortaya çıkıyordu:
Birincisi, doğru sandığımız algılarımız
olduğu… İkincisi ise arayıp bulduğumuz ve gerçek olduğuna emin olduğumuz bilgi.
Yani bilmek diye bir şey yok, bilgiyi idrak diye bir şey var.
Sokrates’in bir okul kurmaması ve
duvarsız eğitimi tercih etmiş olması bence içinde bulunduğumuz yeni dönem ile
ilgili önemli bir ipucu veriyor. Onun öğrencisi Platon, bir akademi (bilgiyi
bulacağımız yeri) kurdu ve iki bin küsur yıldır insanlar eğitim adı altında bu
ironiyi yaşıyor. Bir eğitim merkezine gidiyorsunuz, size bilgi diye bir şeyler
anlatıp bunları öğrenmenizi istiyor ve sizi test ediyorlar. Böylece siz
bilgeliğe değil, sistemi tasarlayanın tahayyül ettiği sonuçlara ulaşıyorsunuz.
Bana göre, duvarsız yüzyılın eğitimi,
gerçek bir eğitim olacak. Tıpkı Sokrates gibi, bilgiyi ve gerçeği aramak, en
büyük gücün bilgiyi arayan kalabalıklarda olduğunu görmek gerek. Bir grup,
kendini entelektüel veya uzman ilan eden elitistin, başkalarının bilgisini
sınadığı, kendisini üstün, bilmeyeni de cahil kabul ettiği bu aşağılama
düzeninin sona ereceğine inanıyorum.
1789’dan sonra ilk virgülü 1990’a
koyuyorum. 90 devriminin en büyük çıktılarından biri internet ve ondan doğan
sosyal medya. Sosyal medya devriminden en çok bu entelektüel ve elitist
azınlığın rahatsız olmasının esas nedeni, sosyal medyanın, insanlara kendi
sıfatını ve imajını (avatarını) kendi istediği gibi tasarlama, gücü merkezden
alıp tabana dağıtan bir yapı içinde sanal gerçeklik inşa etmelerine izin
vermesiydi. Entelektüeller ve elitistler, her tür sıfatı kendi elleriyle
dağıtacaklarına inanmıştı ve bir şekilde hazine odasının kapılarının herkese
açılmasına çok fena bozuldular.
Elitistin “gerizekalı” bulduğu, cahil
addettiği biri, hop Twitter üzerinden canının istediğine bir mesaj çakıyor ve
ağzına geldiği gibi ifade ettiği için elitin yaratmaya çalıştığı üstünlük
imajının fiyakasını fena bozuyordu. Timeline fenomeni de entelektüelin ve
elitistin geniş kalabalıklara “sen anlamazsın ben sana anlatırım” diye sattığı
içeriği yok edip, her faninin penceresine kendine ait bir akış, bir vizyon, bir
içerik koyan yeni bir sistem getiriyordu. İşte duvarlar tek tek, kurgular tek
tek, taş üstünde taş kalmayacağı güne kadar böyle yıkılmaya başlıyor ve
milyonlarca tek bilinç, milyonlarca algı ve milyonlarca benlik doğuyordu.
Bence Sokrates bugünleri görse,
sevinçten ne tarafa koşacağını şaşırırdı.
Mademki bir insan bilgiye kendi
algısıyla ulaşabilmektedir, o halde insanlara sunulan nedenleri, onların
ulaşmasını beklediğimiz sonuca göre oluşturursak, onlar kendiliğinden bizim
istediğimiz bilgiye ulaşır ve bunu kendileri algıladığı için gerçek sanırlar.
Yani insanlara gerçeği sunmak yerine,
onlara kendi algılarıyla ulaşabilecekleri deliller, işaretler sunabiliriz.
Delillere inandıkları anda, istediğimiz algıya da ulaşmış olurlar.
Of ki of.
Ne kadar vahşice değil mi? Ne kadar
vahşice olduğu temelde ahlakın konusu ve ben de iflah olmaz bir Sokratesçi
olduğum için hayatım boyunca ne PR mesleğini, ne iletişimi, ne de herhangi bir
günlük işimi böyle icra etmeye kalkmayacağım. Ama bunu bir iletişim ve ikna
yöntemi olarak kullanmaya kalkanların yarattığı geniş bir algı yönetimi dünyası
var.
Askerde tanıştığım binbaşı, bu konunun
eğitimini almıştı ve bir devlet adına, bir ordu adına psikolojik harp
uygulamalarını icra etmekteydi. Savaşı, orduların varlığını, devletin varlığını
ahlak felsefesi ile eleştirebiliriz ama açıkça görevinin bu olduğu tanımlanmış
ve eğitimini tamamlamış bir görevlinin, devleti adına bu işi icra etmesini
ahlak eleştirisi içine alamayız.
Devlet, ulusal güvenliği sağlamak adına
bu işin inceliklerini bilmelidir. Ancak işi bu olmadığı halde, istediği sonucu
elde etmek için gündelik hayatta algılama yönetimi yapana çok açık bir şekilde
ahlak eleştirisi yapabiliriz. Çünkü bu yöntem, sivil hayata indirilemez.
Yazılarımı okuyanlar bilir, ticarette
algı yönetimi ile PR’ın sıklıkla karıştırıldığını vurgulayıp, algıya dayalı
itibar yaratmanın ticaret kanununa göre suç olduğunu hatırlatıyorum. Ticari
hayatta algılama yönetimi yapmak nitelikli suçtur. Algılama yönetimi küresel
hukukta da suçtur. Yaptığınız ortaya çıkarsa, kolayca İnsan Hakları
Mahkemesi’nde veya Savaş Suçları Mahkemesi’nde yargılanabilirsiniz. Bizim
binbaşının bana bir bilgi vermemesinin nedeni de budur zaten. Bu bilgiler açık
ve aleni olamaz.
Sivil hayatta da algılama yönetimi
yapılan bir iletişim projesini, bir yerinden falso verene kadar anlamanız
mümkün olmaz. Bir ara kısa mesaj atılarak kazananın belirlendiği türden
yarışmalarda toplu SMS atan makineler kiralayanlar oluyordu. Bu basit bir
algılama yönetimi örneğiydi. Sosyal medyadaki trol hesaplar, yüzlerce, binlerce
sahte hesap üretip onlar arasında yaratılan trafiği gerçekmiş gibi insanlara
sunmak da öyle. Bunlar suçtur ve itibar yönetiminin unsuru olamazlar.
A. Kerem Türkman- www.thebrandage.com
0 yorum: