İlginç bir gelişme oldu. Bu yazıma, Türkiye’nin
en büyük bankalarından birinin tepe yöneticisinden ilginç bir yanıt geldi.
Yazıdaki anlatıma tamamen katıldığını ifade eden yönetici şunu ekliyordu: “Peki
(doğru PR yönetmek için) ne yapalım?”
Aynı yazımda temel yönetim prensibini yazmıştım:
“Medyada görünmek PR değildir. PR temelde bir markanın elçiliğini ikna
yoluyla 3. taraflara yaptırabilme becerisidir, en azından temel disiplini
budur. Medya da, bir 3. taraf olarak bilgi alır, inceler ve anlatır, böylece
kamuoyu bir markanın mesajını, içinde bir reklam unsuru olmadan, 3. bir tarafın
güvenilir tanıklığı altında öğrenir.”
Haydi gelin; şu işin adını PR yerine, üçüncü
taraflara elçilik yaptırma becerisini yönetmek koyalım. Üçüncü taraflar deyince
akla sadece medya mı geliyor? 21. yüzyılda, bana göre duvarsız, düzensiz ve
sınırsız (no wall, no order, no border) bir yüzyılda, üçüncü tarafları yeniden
tanımlamak gerek.
İşletme bilimlerinde third-party adı
verilen gruplar, bir sözleşmenin iki tarafı dışında söz konusu sözleşmeden
etkilenecek diğer tarafları ifade eder. Bir şirket (yönetim kurulu) ve
çalışanları, bir amaç (üretim, hizmet, satış vs.) için anlaşma yapar. Bu iki
taraftır. Piyasaya bir şey arz ettikleri anda, arz edilen marka, ürün, hizmet,
promosyon, fiyat vs. tüm unsurlar, üçüncü tarafların konusu haline gelir.
Bir şirketin, bir markanın, PR yönetiminden
anlaması gereken ilk şey, şirket yönetiminin ve çalışanlarının haricindeki
diğer tüm ilgi gruplarıyla bir ilişki kurulması işidir. Burada iletişim bir
araç olarak kullanılır çünkü markalar, milyonlarca insanla ayrı ayrı ilişki
yönetemez.
Üçüncü taraflarla tek tek ilişki kurmak mümkün
olmadığı için, onlara iletişim marifetiyle seslenmek bir iş kolu haline
gelmiştir. Burada tek bir hamlede en fazla insana ulaşmak ve etkilemek adına
iki ayrı araç karşımıza çıkar: Biri, kitle iletişim aracı olan medyayı iyi
kullanmak. Diğeri ise, medyadan daha az sayıda insanı toplamayı başaran, ama
medyadan daha etkili bir yöntem olan yüz yüze iletişimi temel alan etkinlik (event)
işidir.
Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla büyüyen
küreselleşme ve duvarsız dünya düzeni sayesinde, insanlar medyaya eski güveni
taşımıyor. Medya ile şirketler arasında belli bir para düzeni olduğunu
anladılar ve oradan gelen her türlü içeriği bir reklam çalışması olarak
görüyorlar.
Dünyada da, ülkemizde de, yapılan tüm algı
araştırması çalışmalarında, insanlara “bir şirketle ilgili bilgi edinirken en
güvendikleri bilgi kaynaklarını” sorduğunuz zaman, önce ikinci tarafı (firmada
çalışanları) işaret ederler, sonra üçüncü tarafları. Bu listede medya hep en
son sırada gelir. Firmada çalışanlar, bilgi kaynağı olarak güvenilirdir, çünkü
insanlar maaş aldıkları halde patronlarının onların haklarını korumak ve
kollamak adına çalıştığına inanmaz, patronlar da (çoğunlukla) bu konuda dürüst
ve samimi bir tutum takınmayı beceremez. Böylece hepimiz, bir şirket hakkındaki
gerçek bilgiyi, orada çalışan birinden elde edeceğimizi iyi biliriz.
İşte, üçüncü tarafları etkileme veya ikna etme
faaliyetine geçmeden önce ilk yapılması gereken ikinci tarafı ikna etmektir.
Bugün bu süreçler PR’a değil, İK’ya emanet edildi. İnsan Kaynakları birimleri
çalışanların motivasyonu üzerinde çalışırken onları en yüksek dikkatle dinlemek
ve şirket içindeki, yani çalışan ile yönetim arasındaki iletişim kanallarını
maksimum düzeyde açık tutmak zorunda. Bu kanalı açık tutmaz ve sürekli etkili
olmasını sağlamazsanız, ikinci taraf size değil üçüncü taraflara anlatmaya
başlar. Salt bu nedenle modern bir şirket yönetiminin gündeminde iç iletişim
yerine, ortak akıl ve yönetişim gibi kavramların olması gerekir. Unutmayın,
iletişim veya iç iletişim sadece bir araçtır.
İletişim bir araç ise bu aracı yönetmesi için
kurulan iletişim departmanları bu aracı yönetirken hangi politikayı hedefe
koyacaklar? Şirket yönetiminin verdiği plan ve hedefleri çalışanlara anlatma
işine iletişim dersek ve bunu yapınca kendimizi iyi bir iç iletişim yaptık diye
kabul edersek çok yanılırız. Bu nedenle kurumsal iletişim faaliyetinden önce iyi
bir PR politikasına ihtiyaç vardır ve bunun üst yönetimde inşa edilmesi
şarttır. Bu nedenle PR, kurumsal iletişim tarafından yönetilmemelidir.
Belki hiç böyle düşünmemiş olabilirsiniz ama
aslında bir şirketin kurumsal iletişim biriminin mesaisinin neredeyse tamamını
harcadığı işler, aslında üçüncü tarafların en az güvendiği bilgi kaynaklarını
güzelleştirmek ve güncellemekle zaman kaybettiği işlerdir. Şirketin web
sitesini tasarlamak ve güncellemek, basın bülteni yazmak, basın toplantısı
yapmak, reklam ajansına yaratıcı bir kampanya çalıştırmak, sosyal sorumluluk
projesi edinmeye çalışmak, broşür, katalog, tanıtım malzemeleri tasarlamak ve
bastırmak size bir servete mâl olabilir, ancak hedef kitle bu araçlardan gelen
bilginin tamamına “kendini iyi gösterme çabası” olarak bakacak ve çok az
etkilenecektir.
Kısacası, üçüncü taraflar, şirket ve marka
yöneticilerinin masa başında plan yaptığı gibi davranmaz. Siz kendi şirketiniz
için bir plan yapar ve herkesin buna uymasını emredersiniz. Ama geniş kitleler
ile daha küçük gruplara ne yapacaklarını dikte edemezsiniz. Onlar kendi
alışkanlıklarını oluşturur ve bunu sürekli tekrar eder. Akıllı bir yönetim, bu
alışkanlıkları doğru okumayı, doğru anlamayı ve onların en çok talep ettiği
şeyi bulmaya odaklanır.
Her zaman ifade ettiğim gibi, PR (halkla
ilişkiler) bir iletişim değil, ilişki yönetimi işidir. Bu nedenle, medyaya
konuşmak yerine yönetimlerin hedef kitleyi gruplama yöntemiyle bölmesi ve
onlarla maksimum düzeyde yüz yüze gelerek ilişki kurması gerekir. Örneğin Türkiye
çapında mağazaları, şubeleri veya bayileri olan veya satış yapan bir marka
basına konuşarak hedef kitlesine bir mesaj verdiğine inanıyorsa, bunu yapan
yönetim veya PR uzmanları uzayda yaşıyor demektir. Onca mağaza, şube ve bayide
zaten her gün milyonlarca insanla konuşuyorsunuz, daha medyadan ne söyleyip de
onları etkileyeceğinizi sanıyorsunuz, buna gerçekten çok şaşırıyorum.
Genç kız tavlamak için spor salonuna yazılmak
gibi bir şey. Veya, zengin bir adamla evlenmek isteyen bir kadının sürekli lüks
bir restorana takılması gibi bir şey. Yani senin amacın gayet belli iken, sanki
amacın spor yapmakmış gibi yapınca bunun adı nasıl PR yönetimi, hele hele
“itibar yönetimi” olabilir, sizin aklınız alıyor mu? Hangi itibar yahu?
Bir örnek anlatalım: “THY Sevgililer Günü’nde 111
TL’ye uçuruyor” diye bir basın bülteni hazırlandı varsayalım. Böyle bir şeyin
haber değeri yoktur. Bu bir pazarlama kampanyasıdır ve sadece bununla
ilgilenecek olan gruplara iletilmesi yeterlidir. Kalkıp da ulusal basının
ekonomi sayfalarına bunu girmek isterseniz, belki büyük bir reklamveren
olduğunuz için sizi içeri buyur ederler ama bu boş bir iletişim çabasıdır.
Öğle ile ikindi vakitleri arasında minareye çıkıp
ezan okumak marifet değildir. En güzel makamdan da okusanız, cemaat namaz saati
olmadığını bilir ve camiye gelmez. En iyi ihtimalle siz mahalleye dönünce
“duydunuz mu ne güzel ezan okudum” diye hava atarsınız, tıpkı medyada kendi
haberi çıkınca üst yönetimin kendini iyi hissetmesi gibi.
Doğrusu şudur:
THY’nin ve diğer havayollarının hedefi
uçaklarının doluluk oranını artırmak olduğuna göre, uçma, seyahat etme,
kampanyalı seyahatlere çıkma gibi konularla ilgilenen, takip eden grupları
bulmaları gerekir. Bu gruplar gündelik hayatlarında başka hangi gruplardan veya
kimlerden etkileniyorsa önce onları tespit etmek, mesajı da ona göre
dolaştırmak gerekir.
Grupları doğru bölmeyi başarırsanız, onlar sizin
adınıza mesajınızı yayar. Bunu marka elçiliği ile karıştırmamak gerekir.
İnsanlar sosyal hayatta yaşam tarzları, ilgi alanları ve hobilerine göre
gruplandığı için, diyelim ki sevgililer gününde 111 TL’den eşimle Viyana’ya
uçmaya karar verirsek, bunu mutlaka arkadaş çevremize de anlatırız. Çünkü
Türkiye gündeminde haber değeri olmayan bu konu, insanların gündelik hayatında
sıradan bir olay değildir ve gündelik sohbetteki haber değeri yüksektir.
Kendi çevremizde Viyana’ya gidiyoruz veya
sevgililer günü kutluyoruz diye bizi kınayacak insanlar yoktur, bizim gibi
insanlar vardır, böylece onlar da bizden duyup kendi programlarına bakar,
bütçeleri de uygunsa bilet alırlar.
İnsanlar böyle yaşar.
Kalkıp her haltın başına bir corporate adı
koyarak şirketleri kurumsal bilmem neler federasyonu haline getirir ve halktan
bağımsız olarak çalışırsanız iletişiminiz de halktan bağımsız olur.
Tüm şirketlerin yönetimlerine şunları tavsiye
ederim:
PR yönetmek için ilişki kurmanız gereken grupları
tespit edin ve onlarla ilişki kurma biçiminizi belirleyin. Bunu yapmanıza
yardımcı olacak araştırmaları kullanın. Ve Allah aşkına ezberlerinizi terk
edin.
Markalarınızın çevresindeki doğal ilgi gruplarını
profesyonelce keşfe çıkın. Bu konunun uzmanlarından araştırma yapmalarını
isteyin ve yeni bir hedef kitle tanımı yapın. Zaten sürekli konuştuğunuz AB
gelir grubu, C1 SES grubu gibi tanımlar asla doğru bir hedef kitle tanımlaması
olamayacak kadar zorlama ifadeler. Bu bakış açılarını terk edin.
Yapabildiğiniz kadar, üçüncü gruplar ile yüz yüze
gelin. Etkinlik yapmak en doğru ve en etkili PR yöntemidir. Yüz bin liraya
etkinlik yapmak yerine, aptal bir PR ajansına ayda 5 bin liraya basında
haberinizi çıkarttırmayı zeka kıvraklığı sanmayın. Gerçek PR’a yönelin.
Hızlı ve kolay elde edilecek başarının, aynı
hızla size terk edeceğini unutmayın. Bilinirlik artırmak kolay ve ucuz bir
iştir ama her kriz ortamında sizi yaşatacak değerlerle anılmak çok zor elde
edilebilecek bir mertebedir.
Markanızı ilgilendiren hedef gruplarla olabildiği
kadar gerçek ilişki kurun. Örneğin, para vererek blogger davet edip sonra da
onlardan markanızı yazmalarını istemeyin. Bugün blogger, yarın başka bir grup
şirketinizin pazarlama bütçelerini tüketecek. Siz gerçek bir iletişim inşa
etmeye odaklanın.
Yüz yüze iletişim kurmanın tılsımı, anlattığınız
kadar dinlemektir. Hedef grubun kendini ifade edemediği bir yerde sadece sizin
kendinizi tanıtmanıza PR değil, zihinsel tecavüz denir. Hele ki bu çağda! Çok
dinleyin, daha çok dinleyin, daha çok dinleyin.
Markanızla her yönden ilişki ve iletişim
kurulmasını kolaylaştırın. İnsanlar markanıza ulaşmak için yoruluyorsa veya
sinirleri bozuluyorsa siz bir marka değil, piyasanın Nuri Alço’su olarak
iştigal ediyorsunuz demektir.
Basının size gülümsemesine aldanmayın. Tabi ki
gazeteciler nazik ve efendi insanlardır. Basına karşı her zaman dürüst olun. En
kötü ihtimalle, dürüst olabildiğiniz kadar görüşün.
Hem kurumsal iletişim, hem de pazarlama
birimlerini ayrı ayrı çalıştırmayın. Bir markanın özü pazarlamadır. Bir
markanın özünü hedef kitlesine aktarma işine de PR denir. Bunların aracı da
iletişimdir. Pazarlama ve PR birer iştir. İletişim ise sadece bir araç.
Bu kadar ezber bozmak zor gelebilir, haklısınız
bu ülkede ezber bozmak zordur. Hiç üzülmeyin. Apple ve ona benzer, ezber
bozmayı bilen markaların yaptığı inovasyon çalışmaları sayesinde, markalar çok
yakın gelecekte herkesle özel ilişki geliştirebilecek.
En azından orada yakalarsınız.
Kerem’den Notlar
– Meslek büyüğümüz, sevgili ağabeyimiz Salim
Kadıbeşegil bir yazı yazdı. Orsa’nın kuruluş döneminde İzmir’den İstanbul’a
gelişini hatırlatıp, şimdi Alaçatı’ya dönme vaktim geldi dedi. Alaçatı
kendisinin esas vatanıdır, orada çok mutlu olacağına eminim. Arada işleri için
yine İstanbul’a gelecek. Geçtiğimiz yıl PR İstanbul toplantısına gelmişti ilk
kez, ben de aynı gün ilk kez oradaydım. Seni gençler bilmez ağabey kendini
anlatsana dediğimde tüm nezaketiyle “ben Alaçatı’da yaşıyorum, iletişimciyim,
dinleniyorum” deyince “ağabey dedim sen böyle anlatırsan olmaz. Ben başladım
anlatmaya, kendisi devam etti. Hepimiz iki saate yakın onu dinledik. Yani
Türkiye’de PR sektörünün 15 yıl önce nasıl dünyayı yakaladığını. Keşke bunu bir
de The Brand Age okurları için yazsa da tarihe not etsek.
Salim Kadıbeşegil’in harika kitapları var.
Sektörden bize sık sık “ne okuyalım” diye soranlar oluyor. Bence Kadıbeşegil’in
kitaplarını mutlaka okuyun. Sonra da yorumlarınızı ona yazın. Salim Ağabey’e
Alaçatı’da güzel günler diliyorum.
– A&B İletişim, ülkemizin ilk PR şirketi
olarak 1974 yılında kuruldu. Şimdi 40. yılını kutluyor. Müthiş bir başarı,
dilerim daha nice yıllar bu mesleğe hizmet verir. 1999 yılında, henüz 24
yaşımda 5 yıllık bir medya deneyimimin ardından bana A&B’de bir şans
verdiler ve ben PR mesleğini orada öğrendim. Benim için eşsiz bir deneyimdi.
Şöyle demişti Sibel Asna bir gün: “Ben adamı
denize atarım, ya yüzer, ya batar. Sen yüzdün”. Doğruya doğru, onun bana
ihtiyacı yoktu ama benim, beni itecek birine ihtiyacım vardı. İyi ki yolum
Sibel Asna ile kesişmiş. İyi ki Meltem Erkaan beni korumuş, kollamış. İyi ki
Selma Serdaroğlu ilk yazdığımız basın bültenlerinin altını üstüne getirmiş. İyi
ki Güler Akın her etkinlik çantasına toplu iğne koymayı unuttuk mu diye bakmayı
ihmal etmemiş. Bence görmek isteyene çok ince ustalık öğreten bir okuldu
A&B. Ne güzel insanlar tanıdık. Ne güzel işler yaptık.
Sevgili hocamız Alâeddin Asna’ya, Sevgili Sibel
Asna’ya ve A&B’ye sonsuz teşekkürler ve nice yıllar!
By A. Kerem Türkman | 1 Aralık 2014
bilgi için teşekkürler
YanıtlaSil