Bugün ekonominin öncü şirketleri, yeni ekonominin
gereklerine uyum gösterirken çoğu şirket hala sanayi dönemi koşullarında yani
geçen yüzyılda yaşamaya devam ediyor.
Üretim yüzyılı, standart bir ürünü üretmek için örgütlenmiş
şirketlerin egemenliğindeki bir yüzyıldı. Bu devirde şirketlerin kendi içindeki
çekişmeleri hat safhadaydı. Üretim, finansman, satış, insan kaynakları ve
pazarlama departmanları kendi “alemlerinde” yaşardı. Yapılan yanlışlar hep
“ötekilerin” yanlışlarıydı; her bölüm kendi haklılığını kanıtlamakla meşguldü.
İletişim, marka oluşturma konuları pazarlama departmanına ya
da reklam ajanslarına havale edilirken, şirketin üretim, finans, satış
bölümlerin her biri “esas işi” kendisinin yaptığını düşünür ve pazarlama
bölümünü kaynak israf eden bir grup olarak görürdü. Şirketin “ağır abileri”
pazarlama bölümünü hafife alırdı.
Tabii, pazarlama departmanlarının da, şirketin geri kalan
bölümlerine biraz yukarıdan bakan, kimseyi işlerine karıştırmayan tavrını
unutmamak gerekir. Onlara göre, marka konusu kendilerinin tekelindeydi ve
kimsenin marka hakkında konuşmaya, görüş bildirmeye hakkı yoktu. Pazarlama
departmanları müşterilerin bile fikrini alma yanlısı değildi. Usulen yapılan bir
iki araştırma da aslında kendi iletişim stratejileri ve haklılıklarının teyidi
için yapılırdı. Araştırma sonuçları beklenilen gibi çıkmazsa suç mutlaka
araştırma şirketindeydi(!)
Eski usul iletişim anlayışında iletişim, “yukarıdan aşağıya
doğru” yapılan, tek yönlü didaktik bir iş olarak görülürdü. İletişim
departmanları da bütün enerjisini zaten bilgi bolluğu içinde yüzen; dikkati,
zamanı ve sabrı kıt olan bir kitleye, “En kısa zamanda ne kadar çok şey
söylersek o kadar iyi yapmış oluruz.” mantığıyla davranırdı. Bu anlayışla bir
seferde ne kadar çok şey söylenirse söz konusu kampanya için ödenen paraların
hakkının verildiğine inanılırdı.
Bu sebeple de reklamlar verilen mesajın, anlamlı,
inandırıcı, farklı ve satın alma davranışı yarattığına bile bakılmadan
olabildiğince çok tekrarlaması üzerine kurgulanırdı. Bir iletişim kirliliği
yaratmaktan başka işe yaramayan bu bombardıman için devasa bütçeler harcanırdı.
İnsanların her şeyi aynı anda söyleyen bu reklamları ne kadar çok görürlerse
markaya o kadar fazla yönelecekleri varsayılırdı.
Bugün hala böyle davranan şirketler çoğunluğu oluşturuyor.
Bu şirketler, sadece müşterilerle değil, şirket içinde bile etkin, anlamlı ve
etkili bir iletişim kurmakta zorlanıyor.
Bana göre, bir kurum
içinde marka iletişiminin nasıl yönetildiği, o kurumun “hangi çağda”
yaşadığının bir göstergesidir.
Bugünkü aklımızla biliyoruz ki bir markanın yaratacağı
deneyim ve iletmek istediği anlam onu taşıyan tüm çalışanlar tarafından
sahiplenildiği ve dışarıya taşındığı ölçüde başarılı olabilir. Bir marka eğer
önce kendi çalışanları, tedarikçileri ya da dağıtıcıları tarafından
benimsenmemişse, dış dünyada kalıcı bir iletişim kuramaz.
Markanın anlamı, eğer öncelikle çalışanlarını
heyecanlandırmıyor, kucaklayamıyorsa; bu anlam onların duruşlarıyla örtüşmüyor,
onlarca anlamlı bulunmuyorsa müşterilere geçmekte de zorlanacaktır. Çalışanlar
markaya inanmıyorlarsa o markanın dış dünyada var olması, müşterileri
cezbetmesi mümkün olamaz.
Bu sebeple, markanın kurum içinde nasıl kabul gördüğü,
aslında kurum dışında nasıl bir etki bırakacağının habercisidir. Bir marka
sadece müşterileri değil, tüm değer ortaklarıyla-kendi farkında olsun ya da
olmasın-sürekli bir ilişki ve iletişim içindedir. Nasıl insanlar arasındaki
ilişki, henüz sözler söylenmeden daha ilk karşılaşmada iletiliyorsa, markanın
da mesajı “ilk karşılaşmada” aktarılmaya başlar. Bir marka istediği kadar büyük
bütçelerle reklam yapıyor olsun, müşteri ile ilişkiye geçen en uçtaki bir
çalışanın davranışı, bütün bir reklam bütçesini yerle bir etmeye yetecek
güçtedir.
İnternet teknolojileri “herkesin gazeteci” olduğu bir dünya
yarattı. Artık müşteriler markanın, inanılmaz paralar harcayarak hazırladığı
bir reklamını izlerlerken, bir yandan da aynı markanın yirmili yaşlarda bir
çalışanının hazırladığı bir web sayfasından şirketin iç yüzünün nasıl olduğunu
okuyabilirler. Bir blogda kendileriyle aynı sorunu yaşayan yüzlerce eski
müşteri olduğunu görüp her birinin ayrı bir kötü muameleyle karşılaştığını
görebilirler.
Marka iletişimi sadece eğlenceli ve yüksek bütçeli
reklamlarla değil, markayla tüketicilerin bütün buluşma noktalarında
yaşadıkları deneyim sonucu gerçekleşir. Her buluşma noktasının etkisi, en
yüksek dozdaki reklamdan bile daha fazladır. Bir markanın müşteriyle kurduğu
ilişki, reklamdan daha gerçek ve daha inandırıcıdır. Markayla ilişkiye geçen
bir müşteri, artık reklama değil kendi deneyimine bakarak marka algısı
oluşturur.
Markalar pazarlama iletişimini, salt yukarıdan aşağıya
doğru, tek taraflı bir mesaj verme işi olarak görmek yerine, tüm iç ve dış
paydaşları içine alan bütünsel bir deneyim ve anlam oluşturma çabası olarak
görmelidir. Kuracakları iletişimi,
içeride ve dışarıda, her kanal ve her boyutta etkin olarak yönetmelidirler.
Unutmamalıyız ki bugün hiç kimse markasına sadık olmak
mecburiyetinde hissetmiyor kendini. Hatta müşterilerin çoğunluğu, “markalara
sadık olmamayı” kendi bağımsızlıklarının bir yansıması olarak görüyorlar. Yeni
marka deneyimleri yaşamayı, kendilerine hak olarak görüyorlar.
Bu sebeple marka yaratmanın amacı, markaya tutkuyla
bağlanacak müşteriler yaratmak olmalıdır. Markalar müşterilerini öyle
kucaklamalı, onları kendi marka yollarına öyle dahil etmelidir ki müşteriler
sadece markaya sadık olmakla kalmasın, markanın en büyük destekçisi, savunucusu
ve taşıyıcısı da olsunlar.
İçinde yaşadığımız dönem, bizi daha yaratıcı ve anlam odaklı
olmaya zorluyor. Bugün müşteriler düne göre çok daha sabırsız, hoşgörüsüz ve
kuşkucular. Müşteriler bir taraftan, markaların kendi izinleri olmadan
kendilerine ulaşmamasını, kendilerini rahatsız etmemesini istiyorlar ama diğer
taraftan, aynı müşteriler bazı markaların reklamlarını internette arayıp bu
reklamları kendi istekleriyle saatlerce izleyebiliyor ve başkalarına da
gönderebiliyorlar.
Bir markanın amacı bu tür müşteriler yaratmanın yollarını
bulmak olmalıdır. Bir marka, tüketicileriyle buluştuğu bütün noktaları tutarlı
bir şekilde yönettiği, tüketicilerinin dünyasında bir anlam yarattığı ve
onlarla bir bağ kurduğu takdirde başarılı olur. Bunu gerçekleştirdiğinde ise rekabette
kimse onun bileğini bükemez.
Bu bakımdan marka yönetmek, şirket içinde herkesin müşteriye
doğru organize olması; müşteriler ve bütün paydaşlarla markanın temas ettiği
noktaların stratejik olarak yönetilmesi demektir. Markanın sahiplendiği anlam,
şirketin içinde ve dışında herkesin rehberi olmalıdır.
“Müşteri Yüzyılı”
kitabının yazarı Anders Gronsted , böyle bir anlayışın ancak “V şeklinde uçan
kuşlar gibi örgütlenerek" hayata geçirilebileceğini söylüyor; marka
yönetimini, şirket içinde herkesin benimsemesi, içselleştirmesi ve birincil işi
olarak görmesi gerektiğini söylüyor. Gronsted, marka yönetmenin, "şirket
içinde herkesin birbirine toslayan boğalar" gibi didişmesinden farklı bir
iş olduğunu söylüyor.
Nasıl V şeklinde uçmak kuşlara daha uzağa gitme imkanı
veriyorsa markalar da V şeklinde organize olarak rekabetten daha uzağa
gidebilir. Her departmanın kendi değer ve katkısını yüceltmek yerine birbiriyle
uyumlu olarak mesafe kat etmesi gerekir. Ancak böyle yapılırsa marka hedefine
ulaşabilir.
V şeklinde uçan kuşların lideri değişse de rotası hiç sapmaz.
Kuşların her biri hedefin ne olduğunu bilir. Çünkü her kuş nereye doğru
uçacağını bilir. Bu bilgi kuşlarda "içselleşmiş bir bilgidir."
(Beyinlerindeki manyetik alan bir pusula işlevi görür.)
Markanın görevi, başta çalışanlar olmak üzere, bütün
paydaşlara yön vermektir. Marka bir şirketin pusulasıdır. Eğer marka bir anlam
taşıyorsa ve paydaşlar bu anlamı benimsemişlerse yolculukta hedef şaşmaz.
Herkes nereye gideceğini bilir.
Marka, şirket binasının dış cephesine yapıştırılan bir
görselden ibaret değildir. İçi başka, dışı başka marka olmaz. Marka sadece
pazarlama departmanının iletişim faaliyeti yapması ile olacak bir iş değildir.
Marka, bütün şirketi ve şirketin bütün paydaşlarını kucaklayan, onlara bir
istikamet veren bir anlamdır.
Bir şirketin çalışanları, boğalar gibi birbirine toslamak
yerine V şeklinde uçan kuşlar gibi uyumlu olabilirlerse yolculuk daha kolay,
daha rahat, daha etkin ve daha zevkli olacaktır. Üstelik lider değişse bile
herkesin içindeki yön duygusu, şirketin nereye gideceğini çok iyi anlatacaktır.
http://www.temelaksoy.com/yazilar/marka/Marka-Yonetmek-Kimin-Isidir.aspx
http://www.temelaksoy.com/yazilar/marka/Marka-Yonetmek-Kimin-Isidir.aspx
0 yorum: